Şu bizim Avrupa sevdamız, küffar deyyu hor baktığımız, ama kızlarına hayran kaldığımız bir zamanda başlamıştır. İlkin, keskin kılıçlarımızla uçan atlarımız yetmişti küffara, lakin…
İşlerin düzgün gitmediğini savaş meydanlarında sopa yemeye başladığımızda anlamıştık. “Nasıl olur da dinsiz, imansız, donsuz Avrupalılar, bize sopa atardı” deyyu “Yıldıznameler” karıştırılır, “Müneccim Başı”na ekstra maaş ödenir ama yine de sopa yemekten kurtulamazdık…
28 Çelebi Mehmet Efendi, ilk elçilik heyeti olarak Paris sokaklarında gezerken, gördüğü ihtişam karşısında küçük dilini yutmuş, ama yine de burnundan kıl aldırmaksızın atının üzerinde mağrur bir şekilde etrafı incelemiştir. O bu seyahat esnasında “kefere”nin elinden neden dayak yediğimizi anlamıştır. Anlamıştır anlamasına amma, bunu şeyhülislamdan vüzeraya; ulemadan cühelaya nasıl anlatacaktır…
III. Selim müzisyendi; adına lale derler bir devrin mucidiydi. Ahaliyi Altınboynuz’un büyüsüyle, müderrisini Nedim’in şiirleriyle oyalarken mektep açtı, mektep kurdu… Sonra bir softanın sopası…
Nedim’in kafasında sopa patlatanlara göre;
II. Mahmut, gavur padişahtı. O da mektep açıp mektep kurmuştu…
Bunca yeni gavurun arasında belki de en gavuru Mustafa Reşit Paşa idi…
Paşa kırmızı fesini alıp Tanzimat Fermanını okumak üzere köşkün kapısından çıkarken, aşçısı “akşam ne istersiniz Paşam” dediğinde; “hele akşama kelleyi bir sağlam getirelim, o vakit ne yiyeceğimize karar veririz” diyerek Gülhane’ye yol aldı… Kolay değil, krala haddini bildirecekti…
Sonra sürgünler, Bekir Ağa Koğuşları, çadır mahkemeleri; meşrutiyet tartışmaları ve ilk anayasa; biraz ümmet, biraz milliyet, kadınlara da mektep … amma illaki müsavat (eşitlik), illaki hak, hukuk, adalet… ferdi hürriyet… belki de cumhuriyet…
Ve Cumhuriyet…
Bu süreçte softanı sopası meşrutiyetin babası Mithat Paşa’nın kafasında patlarken;
Cumhuriyetin babası Atatürk’te bir işe yaramaz…
Çünkü O, krala haddini bildirmişti...
Ümmet değil; millet demişti…
Fikri hür, vicdanı hür bireyler istemişti…
Bütün bunları derken muasır medeniyet seviyesini işaret etmişti…
Bu yüzdendir ki onun döneminin tarih derslerinde en geniş haliyle Fransız ihtilali okutulurdu… Çünkü ona göre muasır medeniyet, Fransız ihtilalinin umdeleri idi ve bu umdelerin büyük bir kısmı Avrupa’da idi…
Ve Türk’ün Atası ebedi istirahatgahı olan Anıtkabir’e taşınırken, fikirleri çöp sepetine atıldı…
Softanın kaleminde medeniyet; bina idi…
Medeniyet; teknoloji idi…
Medeniyet; tek dişi kalmış canavardı…
Ve geldik günümüze:
Peki bugünün medeniyeti neresidir?
Bu soruya Komünist Çin; ne olduğu belirsiz Rusya; Kapitalist Amerika veya Budist Japonya… diyebilir misiniz?
Fransız İhtilalinin umdeleri, medeniyetin değişmez ölçüleri olduğuna göre; muasır medeniyet neresidir?
Belki de hiçbir yer…
Bir kaç yıl öncesine kadar, bu umdeler Avrupa Birliği çatısı altında belli kriterlere oturmuş gözüküyordu.
Son bir kaç yılda çok şey değişmişe benziyor…
Onların da softaları var.
Üstelik onların softaları aynı zamanda ırkçı. Bugünün Avrupası, bu ırkçı softaların elinde medeniyetin değişmez ölçülerini gündelik politikalara heba edilmiş gözüküyor.
Ve aldıkları kararlar medeniyete aşık insanları artık tatmin etmiyor…
Ve bizim Avrupa sevdamız;
Rusya’da domates fiyatına
Çin’de hammadde nakliyatına
Son buluyor gibi…