Daha dün bu sokaklarda evine ulaşmaya çalışan bir baba, nasıl bir manzarayla karşılaşacağını bilmeden evine dönüyordu… Sokağında, evinde nasıl bir manzara bekliyordu kendisini ?.. Birinci barikatı geç, sonra ikinci barikat…
Kantonlara ayrılmış Kıbrıs’ın ara sokaklarında da durum pek farklı değildi…
Nerden geldiği belli olmayan bir taş ensenizde patlayıverebildi…
“Oh, şükür taşmış” diyenlerin sayısı ya da sopaya şükredenlerin sayısı pek az değildi… Vücudunuza isabet eden bir kurşunun acısıyla yere de yığılabilirdiniz…
Ama bunlardan daha acısı, hiçbir şey yerine konulmamaktı…
İngiliz Valisi idare ederken Kıbrıs’ı, adın Müslüman’dı… Bir azınlık mı, cemaat mi, ne olduğu belli olmayan bu tanımlamanın içinde sadece Müslüman’dı. Lefkoşa’nın merkezinde yer alan Müslüman Lisesi, Ermeni kökenli müdür veya müdireler tarafından idare edilirken, Türklük adını sadece hafızalarda kalan veya beynin çeperleri içine sıkışan uzak bir hayal olarak kalbinizde terennüm edebilirdiniz.
Türküm demek, bir Türk gibi yaşamak bu atmosfer içinde mümkün değildi.
Bazen, Girne’nin yüksek bir tepesinden Türkiye’ye bakarken, uzaktan belli belirsiz gibi gözüken Toras Dağları ne kadar da yakın gelirdi size. O dağların eteklerinde Bir Yörük Türkü’nün kaval sesini duyar gibi olurdunuz.
Bu kadar yakın ve bir o kadar uzak olan mesafelerin aldatıcı yansımaları karşısında kimi zaman ümide kapılır, sevinir; ama çoğu zamanda kırılgan duyguların anaforu altında hüngür hüngür ağlardınız…
Sonra korkunç bir çığlık gibi Kıbrıs semalarında uçan Türk uçaklarının göğün karanlık bulutları arasından maviyi taşıdıklarını gördünüz.
Bu mavi, göze ilham veren, dosta cesaret; düşmana ürperti veren bir mavi idi…
Bu mavi, Türk’üm diyebilmenin onurunu yaşayabileceğiniz zamanın müjdecisi gibiydi…
Sonra çetin bir mücadele… Dağlarda açlıkla ve soğukla koyun koyuna geçirdiğiniz günler… Küçük yavrunuzun donan bakışları altında, çaresizliğin en ağır tecrübesini yaşadınız…
Ölümün bu kadar basit, ama bir o kadar acımasız çehresiyle karşılaştınız…
Eşinizi, arkadaşınızı ve bedeninizden bir uzvunuzu kayalıklara bıraktınız…
Hiçbir şey hürriyet için ödenen bedel kadar ağır olmadığını kiminiz şahadeti yaşayarak, kiminiz sakat kalarak öğrendiniz…
Ve yıllar sonra, Girne’nin dağlarına dünyanın en büyük bayrağını nakşettiniz…
Artık Kıbrıs’ın sokaklarında gezerken bir Rum Polisi tarafından tartaklanmıyorsunuz. Artık, bir meselenizi halletmek için İngiliz Valisinin katına çıkmıyorsunuz.
Artık, en mutena sokaklarında yürürken sahibi görünmeyen taşların, sopaların, küfürlerin ve kurşunların korkusunu yaşamıyorsunuz.
Yatağınıza girerken, kulağınız kirişte uyumuyorsunuz…
İyi geceler öpücüğü kondurduğunuz çocuğunuzu, sabahleyin yatağında bulamama korkusu içerisinde değilsiniz…
Evet bir çok sorunlarınız var… Ve biliyorsunuz ki; dünya döndükçe hiçbir sorun bitmeyecek… ve yine biliyorsunuz ki, meseleleri kendinizin çözebileceği iradeniz var…
Ve her şeyden önemlisi, siz de mavinin bir parçasısınız. Ve artık sizden bahsedilirken, “adı konulmaktan korkulan bir şey gibi bahsedilmiyor.”
Kıbrıs Türkleri deniliyor…
Semaların hep mavi kalması, hürriyete olan düşkünlüğümüzle baki olacaktır…