https://www.egemengazetesi.com/files/uploads/user/0e42907936.jpg
Metin BOSNAK

Aylardan şubat günlerden cuma

26-04-2022 01:49

TURNU’SOL, TÜRBAN VE TURUNÇGİLLERE DAİR

 

Şu mahut “28 Şubat süreci” Türk toplumunda turnu’sol etkisi yaptı. En çok da “muhafazakâr” kesimde bu etki belirginleşti. “İhlâs”, öteden beri holdingleşmişti zaten. Ona “itkan” ve “ihsan” turnusolü eklendi. Kimin neyi muhafaza etmek istediğini, neyi terk edebileceğini bu dönem ortaya çıkardı. Kimileri muhafaza etmek istediği, “değer” gördüğü şeyleri öne aldı, sancısını çekti. Kimileri, şimdilerde sabah akşam ver yansın ettiği 28 Şubatçılarla işbirliği yaptı. Yani onları muhafaza etmek amacındaydılar. Ettiler de. Yani muhafazakârlık yaptılar.

28 Şubat şimdilerde “kelebek etkisi” ile hafıza arşivlerinde değiştirilmek istenen bir süreçtir. Asker kaçaklarının “kahraman” mücahit kostümleriyle boy gösterme zamanlarıdır. Hafızayı geriye dönüp kurgulama olmadan vicdanı rahatlatmak imkânsızdır. Hali meşrulaştırmak için geçmişi yeniden tanzim etmek gerekmektedir. Kâbe’de Şeytan taşlamak kolaydır. Zulmün sandukasına kurşun sıkmak da. Bakınız, “Oldu da bitti maşallah!” demeye kalmadı ki 28 Şubat sonunda “homo laikus” ve “homo religiosus” en iyi “homo ekonomicus” kimliğinde anlaştı. Yeni küresel tapınak “üniter”dir çünkü. Herkesi mucizevî bir şekilde “tevhit” ediyor. “Kamusal” ve “tamusal” takıntıları da yok zahir. Lakin hani İncil’de İsa’nın, “mücrim” kadını taşlamak için bir araya gelenlere sorduğu soruyu hatırlarsak, “masum değiliz, hiç birimiz!” şarkısı tercüman olacaktır ahval ve şeraite. Taşlar muhafazakârlığın eline yapışır, el taşlaşır belki.

Her “antitez”, aslında “tez”e eklemlenir ve bu şekilde kendini klonlayarak devam ettirir hayatını. Türkiye’de gerçek kişilerle ve iktidarla kaimdir. Ezberler bozuluyor filan derken, yerine yeni ezberler yerine ikame ediliyor. Doğa boşluk kaldırmaz hani! Hani Asaf Halet Çelebi’nin “İbrahim” şiirinde yazdığı gibi, yeni “putlar” dikilmesi lazımdır. Toz duman arasında, yeni denklemler çıkıyor. X’in yaptığı yanlıştır, ama X yaptığı için; Y’nin yaptığı doğrudur, çünkü o Y’dir. Aynı yanlışı X de Y de koalisyon olarak yapsa o da doğrudur. Çünkü arada Y’nin “hatırı” vardır. O nedenle, “Sultan’ın dininden” olmak her zaman gerçeğe ulaştırır insanları. Hani Matrix’deki gibi, “gerçeğin dünyasına” hoş geldik! “Mavi hap mı kırmızı hap mı alırsınız?” Yeşil ve turuncu haplar da yolda!

En derin bunalım zamanlarında en büyük fırsatlar çıkar. İşbirliği anlaşmalarını bazı muhafazakâr kesimler “Kufî” yazıyla imzaladılar. Küfeleri ağırdı onların. Başkalarının yüklerinden ağırdı… Başında örtü taşıyan kızların yüklerinden ağırdı. Ağırlıklarını bir bir atarak hafiflediler. Hafifledikçe, doğanın kanunu bu ya, yükseldiler! Su yüzüne çıktılar. Hatta gökyüzüne ok fırlatacak mesafeye kadar göklere yükseldiler. Onca yakın oldular! Fırlatılan ağırlıklar arasında neler yoktu, neler? “Füruattan” olanlar vardı başlıca, başörtüsü de. Sonra diğer muhafazakâr kesimler vardı: adları eskide bilinen ve yenilerde duyulan. Uzun mesele ama vicdan da onlardan biri oldu. Bir daha bulundu mu, bilmem.

Ebu Zer’i muhafazakârlar zaten sevmezlerdi, çekinirlerdi. Muhafazakâr Muaviye’yi içselleştirmiştir. Bu durum Ebu Cehil’i onca sevmelerine sebep değildi, ama sevdiler… Muhafazakârlık asıl mesele olunca, dinin “gerisi” teferruattı. Her şey “Allah rızası içindi” tabi ki. İktidarda olan Necmettin Erbakan Hükümeti İslamı "yanlış" algılıyor, “kötü örnek” oluyordu. Nedendir bilinmez, ama “Milli Görüş”e karşı bir Devletlû ve etnik “İslam” görüşü eşliğinde cephe içinde “nefs ile cihadı” kaybetmiş, Ebu Cehil yanında cadı avına çıkmıştı. Bunun adına “politika” denmezdi. “Siyaset” denirdi, “Hudeybiye anlaşması” denirdi, “toplu durum” denirdi! “İnandıklarını yaşamayanlar, yaşadıkları gibi inanmaya başlardı”, ama olsundu. Bu da geçerdi ya hu! Bir kesim diğerini “zinde” güçlere gammazladı, onu bir başkası gammazladı. Bugünlerde hepsi kahraman demokrat, hepsi Amerikan tarzı “muhafazakârlığı” veya “Hıristiyan demokratlığı” referans kılan sermaye ve gücü seviyor. Menderesi de öyle sevmişlerdi… Yani ölümüne bir sevdadır muhafazakârlık: Öleni sever, ölünce sever.

İslam’da haramlar helaller aşikârdı, ama bu dönemde “İslami” holdingler türeyiverdi ve yeniden tanımladılar bazı şeyleri. Yeni Bektaşilik dönemi oldu bir bakıma. Ayetin bir kısmını öne çıkarma zamanı: “Namaz kılmayınız!” zamanı. Akıl almaz “kar payı” vaatleriyle, hem Türkiye’de hem Avrupa’da milyarlarca Avro toplamışlar ve ortadan kaybolmuşlardı. Bazıları kurban paralarını toplamış, ama kurban kesmek yerine parasını “hizmet” için mahsup etmişlerdi.

Türkiye’de finans kurumları, her ne hikmetse, bankalarda faizler artınca “kar paylarını” artırıyor, indirince indiriyordu. Allah’ın hikmetinden sual olunmaz, lakin “kapitalin” hikmeti de aynı şekilde sorgusuz içselleştirildi. “Bacıların” kollarından çıkardıkları bilezikler TV istasyonları kurdu ve fakat nasılsa Murdock’ların eline teslim edildi. “Bacılar” Seda Sayan’a ve Nevval Sevindi’ye emanet edildiler. Bir kısmı da “sır kapılarını” nasıl arayacaklarını TV’den öğrendiler. Cennet-cehennemden naklen yayın araçları kol geziyordu ortada. 

Öte yandan, 28 Şubatçılar gözlerini karartmışlardı. “Arka bahçeleri” taradılar radar gözleriyle. İmam-Hatip Liselerinin kökünü kurutan, İlahiyat Fakültelerine nerdeyse kilit vurduran süreçte “çil çil kubbeler” nasılsa çil çil dağıldılar. Baktılar olmayacak, bu sefer “meslek liseleri” kategorisinde olan herkesi aynı zulme tabi tutarak, “alanları” dışında üniversite eğitimi almalarını imkânsız hale getirecek düzenlemeler yaptılar. Basın alkışladı, hukuk alkışladı, akademi alkışladı, cem evi alkışladı. The Cemaat zaten “meyyit” idi “gassal” önünde. “Kudüs’ü kurtarma” piyesi, Ankara’yı kurtaramadı. Milli Görüş, “sorun yok” demişti sekiz saat süren toplantı sonunda. Yoktu demek ki. Sekiz-sıfırlık bir trafik kazası olmuştu sadece.

Açığa çıkan boşluğu “bizim arkadaşlar” doldurur diye el ovuşturmalar bu dönemde oldu. 28 Şubatın apoletli söylemlerini, takkeli notercilik onayladı. Zaten İHL ve İlahiyat Fakültesi “bizim” anladığımız İslam’dan farklı bir İslam’ı veriyordu. Hatta onlar “devletin” din anlayışına hizmet ediyorlardı. Yani bir tür “Truva Atı” idiler. Öyle olmasa, ilk İmam-Hatip okulları neden tep parti döneminde açılsın dı değil mi? Zaten Diyanet’in Kur’an-ı Kerim Meali de bir sürü hatayla dolu değil miydi? Hele hele Diyanetin gönderdiği hutbeler! Hâlbuki “bizim” arkadaşlar mümkünse, devletin camisinden bile uzak durmalıydı. Kendi meallerini okumaları lazımdı. “Tagutların” türlü türlü tecellisi olabilirdi. Yani 28 Şubatta “Allah bir zalimi, diğer zalimle” terbiye etmişti… Zaten Allah’ın dinini Allah’tan başka en iyi kim koruyabilirdi? Hâlbuki “küfür” hakikati inkâr olduğu kadar, hakikati gizlemekti de. Ama muhafazakâr onun için de “dinden” delil çıkarabilirdi. Çıkardı da.

Bununla da bitmiyor tabii. Atilla Yayla gibi fikir namusu olan bir liberal akademisyen, “Kemalizm” eleştirisi yaptı diye mahkûm edilirken, muhafazakâr kesim, onu sadece, “bataklığı geçerken üzerine basılacak taşlardan” gördü. Meral Akşener, Çevik Bir’in aleni ve galiz tehdit ve küfürlerine maruz kalırken bir “kadın kahramanı” sessizce alkışlamak “erkekler” için daha kolaydı… Ah şu Emine Şenlikoğlu da bir türlü sussaydı! Davaya zarar veriyordu “kadın”! Merve Kavakçı da zaten “malumdu”. Türbanı başına değil, ağzına bağlasalar daha büyük “hizmet” ederlerdi! Hani “erkek” muhafazakârların yaptığı gibi. Militarizm kadar kendi içinde tektipçi olan yapılar, “farklı” muhafazakârları topun ağzına atmayı da muhafazakârlık müdafaasına dönüştürdüler. Kimileri zaten “ajandı” kimisi kışkırtıcı, kimisi İslam’ın siyasetini hiç “anlamamışlardı.” Yeni bir anlaşma yaptı Dr. Faustus, ikbal yakındı. “Hiss-i kable l-vuku” işte!

Yine, bir “kadın” yazar olan Alev Alatlı “Türban ve Tülbent”e dair yazı yazdığında sansürlendi. Yazının içeriğinde farkına varmadığı bir mayın tarlasına girmişti.  Diyordu ki, kadını “bela, şer ve fitne” olarak görmemek lazım. “Alev Abla” biraz şaşırmıştı belli ki. “Despot aydın” onun kafasında tek tipti sanırım. Yani sadece bir kesimde var sanıyordu; Öyle olmadığı sonradan anlaşıldı. “Muhafazakâr” demokrasi böyle işlerdi. Yani karşı olduğu demokrasi gibi. Yani kendi söyleyeceklerini gerektikçe başkalarına söyletir, ama istediği kadar söyletirdi…”Turnalar”, turnayı gözünden vurmuşlardı.

Kısaca, Doğu “cephesinde” yeni bir şey yoktu. Ancak, Alaturkalıktan Kolaturkalığa geçişte, iftarla daha bir “milli” olmuştu. Milli lastiklerin milli-askeri ekonomi açısından önemi reklamlarda vurgulanırken, Çevik Bir’e selam çakıyordu âlem: “Orduya hizmet şerefimiz” idi. Çevik Bir “Ordu” idi ya! Kraker ve margarinlerin İslami ve laik olanları arasındaki savaş, “peygamber ocağı” lehine yön değiştirmişti.  Hatta ordudan, ordu malını çaldığı için ordu tarafından yargılanan ve mahkûm edilen bir komutanı savunmuştu muhafazakârlık. “Beytü l-Mal” hesabını da aklamak lazımdı. “Kuvvetler dengesini”, “yeşil” kart sağlamıştı.

Ortadoğu hafızası kısa olduğu için, aslında bir başka açıdan “gününü yaşa!” der: Carpe diem! Bu coğrafyada “hikmetler” de ünsiyet ile aktarılırdı. Böylece bir günü gün etme hali de veraseten geçerdi. Kimi gazetelerin sabah baskılarında ayrı, akşam baskılarında ayrı sürmanşetler yer aldı. Ne iktidar yanında oldu “meslek liselerinin”, ne de muhalefet. Devletin “iç tehditlerini” alt etmek “dış tehditler”le uzlaşmak lazımdı. Dahası, parti ve cemaat “dış tehditleri” düşünmeliydi. Onların “dış tehditleri” kendilerine en yakınlar oldu. Müellefe-i Kulub’u ise hep severlerdi. Rakip olmadıkları için. Kenan Evren “cennetlik” idi, karakollar ise     huzur   mekânlarıydı. Mükellefe-i Kulüp bazen böyle gerektirirdi. Kurban gelirleri konusunda paylaşım sıkıntılarını aşmaktı esas olan… İleri “hizmet” kışlaları içindi her şey. Her şey “hizmet” için!

Yani aslında 28 Şubat laik Amerikancı ile muhafazakâr Amerikancı arasındaki rabıta noktalarını çıkardı. Hatta öyle belagat kurnazlıkları ve taktikler çıktı ki: “İslam âlemi” diye bir şeyden “bahsedilemez” oldu. Doğru şeyleri yanlış nedenlere binaen söyleyenler oldu: “Yahudilerin hepsi de “kötü” müydü yani? Ya Katolikler, ateizme karşı onlar da savaşmıyor muydu?

Hayatın gerçekleri ile inanmanın gerekleri arasındaki farkı bir gözyaşı silerdi nasılsa! O halde, İsrail ve Amerika aleyhindeki haberleri kısıtlamak lazımdı. İsrail’in katliam haberlerini, “iyi niyetli bir Yahudi” doktor resmini hemen Gazze katliamının geçtiği haberin yanına koyarak nötrleştirmek lazımdı. Öte yandan, nasılsa İran’la “bizim aramızda mezhep değil, din farkı” vardı. Araplar “Türk İslamı”ndan anlamazdılar. Zaten onlar yeknesak olarak Araptılar. Hatta intihar-bombacıları da, sırf intihar etmek için intihar ediyorlardı. Ve intihar İslam’da haramdı. (Katolikler de öyledir ama neyse!) Ha… Bu arada sigara da haramdı…

28 Şubatta kimileri muhafaza etti, kimileri kâr. Muhafazakâr kesim, eline dini argümanları almış diğer muhafazakârların dini yanlış temsil etmelerini (öyle bir tekel hakları var ya!) eleştiriyorken, 28 Şubatçılara sesleri çıkmıyordu. Yarış aslında “kimi daha çok sevecek acaba?” diye içerdeki ve dışarıdaki “zinde güçler”e yapılan defileden ibaretti. Çevik Bir ve 28 Şubatçıları eleştirmek veya karşısında durmak zaten muhaldi. Onun için de “dinden” deliller hazırdı. “Cihat zaten en iyi insanın nefsiyle yapılırdı.” Ortadoğu’nun mahut “korku” güdülemesi çalışmıştı. Korku anlarında nefisle dâhili cihat, linç etme gücü olunca da harici cihat devreye girebilirdi. Dedik ya, Ebu Zer yalnızdı, bireyseldi, müstakimdi. Onun sesi kesilince, vicdanlar rahatlardı. Bireye karşı “toplu’m” Ortadoğu’da en iyi siyasi primleri toplardı. Ortadoğu’nun tarihinde ancak “emir büyük yerden” gelirse ve çoban değneğine göre hareket etmek yazardı. “Kurt” korkusu ile teyakkuza geçilir ve sürüler toparlanırdı Dicle kenarında. Topluca Mehdi’yi beklerlerdi. İsrafil’in Sûru ile çobanın kavalını bir tutardı Ortadoğu.

28 Şubatı müteakiben “yeşil kart” çeşitlendi.

Boy boy “yeşil” holdinglerin isimleri açıklanırken, bir anlamda “yeşil” holdingler federasyonu açıklanmış oldu. Hatta künyeleri araya sehven giren bazı işyerleri de bundan nasibini alarak sevindi. “Kazan-kazan” olunca, kazan kaldırılmazdı. Sonra savunmalar geldi, “sermayenin rengi” olmazdı. Ve önce savunma şeklinde gelen bu renk inkârı, renksizlik, sonraları içselleştirilmiş bir her renge girmek tarzına dönüştü. Örtülerden yeşil kalktı, rengârenk oldular. “Misyon” tamamdı! 28 Şubat “bitti” ve Çevik Bir muhafazakâr holdingde üst düzey yönetici olarak çıktı! “Cellâdına gülümsemek” böylece vuku buldu. Artık sürüyü kurt kapamazdı. İzahatı kolaydı bu işlerin, hani şu paratoner meselesi! İsmet Özel bu dönemde, “cellâdına gülümseme”nin yeni yöntemlerine şahit olmuştu. Tıpta travma sonrası stres sendromu denen tavır muhafazakârlık belirteci oldu. Ama Amerikan hastanesi ne günler için vardı zaten. Vietnam gazileri ile beraber, “we neam!”gazileri tedavi gördüler.

28 Şubat sürecinde İstanbul Üniversite’sinin merdivenlerinden aşağı polislerin sürüklercesine çığlık çığlığa indirdiği kız öğrencilerin sesleri hala kulaklarımda…

O zamanlar henüz 11 yaşındaki kızıma bu “asayiş” problemini, bu “vukuatı” izah etmekte çok zorlanmıştım. (Ecevit’in Beyaz Saray’da Clinton karşısında neden “sözlüye kalkmış” talebe gibi durduğunu da anlayamamıştı, yavrum!) Fatih Semtinde “Osmanlı” tekvando kursu binasının önünde bir sakallı adamın dört kameramanın muhasarası altında cadı avına tabi olması da böyle bir durumdu. Muhtemelen o da sakalları arasında bir “iç tehdit” unsuru gizliyordu. Kabarıktı suçları. Sonra birden peruk sektörü patladı. Kıldan, tüyden işlerin sektörü, eften püften siyasetin ciddi bir uzantısı oldu. Artık öğrenciler başlarını ya saç üstüne peruk takarak ya da şapka giyerek örtüyordu. Sonra şapka sektörüne sıçradı dinamizm.

“Huzur Sokağı”romanını filme alan Mesut Uçakan huzursuzdu. “Takva” filminin ayak sesleri duyulmaya başladı. Mustafa Kutlu ise, işin “Sır”ını çok önce yazmıştı… Üstat işin sırrını biliyordu! Yani, 28 Şubat dönemi “namus”, “kanun” ve “erdem” arasında bocalama dönemi oldu. Kaybeden erdem oldu. “Namus” ve “kanun” kazandı.

Şöyle ki…

“Namus,” Türkçeye Arapçadan gelen bir kelimedir. Yunancadan (“nomos”) İbraniceye (“nmus”), oradan Arapçaya ve Türkçeye girdi. Namus, demek ki uzun bir süre dolaştı Akdeniz havzasında… Namus, İbrahimî dinlerden önce de var olan bir kavram. Kim bilir belki Fenikelilere dayanıyor da olabilir. İyi denizciydiler Fenikeliler; İyi kaptanları vardı muhtemelen. Gemilerine ne kadar hâkimdiler bilmiyorum, ama “Namus” bizim ülke gemisinde çok çalkantılar yarattı. Kaptanı değil, gemideki muçoyu bağladı hep. Hâlbuki Yunus, gemide sorun olunca kendini denize bırakmıştı. Ve Yunus erdemi bilirdi. Yusuf da zindana “erdem” yüzünden girmişti…

Namus kelimesi kökeninde “hukuk” anlamında; örfi hukuk anlamı itibariyle de hassaten kadının tabi olduğu örf, “adet” ve “şeref” anlamındadır. Bir ailenin erkek yerine kız çocuğunun olması ne kadar “namus” eksikliği ise, kız çocuğunun “münasip” giyinmemesi de aynı şekilde namus sorunu olarak algılanıyordu. Töre bu durumu “ahlaki bir zafiyet” söz konusu olarak görüyordu. Bir bakıma “namus”un, ataerkil bir mantıkla “iffet” konusunu kadına indirgeyen bir mantığı olageldi. Yani namus, erkekleri bağlamıyor!

Dahası, “kanun” da Türkçeye Arapçadan geçen bir kelime. Etimolojisinde “kamış” ya da “değnek” anlamı var. Muhtemelen bir ölçüm aleti olarak değnek kullanılmasından mülhemdi kelime. Türkçeye Arapçadan erken zamanda geçti; Arapçaya İbraniceden ya da Yunancadan aktarıldı.

Son bir kelime analizi… Türkçe “erdem,” Arapça “fazilet,” İngilizce “virtue” ve Latince “virtus”… Özellikle “erdem” kelimesinin ilginç ve toplumsal cinsiyeti haykıran bir yanı var. “Erdem” ataerkil algıyı dilbilimsel olarak ifade ediyor. İngilizce “virtue” kelimesi, bir kişinin ahlaki iyiliğini ifade eder. İlk bakışta, sıfat olarak kullanıldığında hem kadın hem de erkek için geçerli görünen bir anlamı var “virtuous” kelimesinin. “Şer” ya da kötülüğün zıddıdır.

“Virtue” kelimesi İngilizceye Latinceden “virtus” dan, o da “vir” kelimesinden türetilmiştir --ki “erkek” anlamına gelir—erkek için geçerli sayılan bir iyilik anlayışını ortaya koyar. Dahası Ernout-Meillet’e göre, “virtus” “vir”den geldiği gibi, “iktidar” ve “şiddet” anlamlarını içermektedir. Eski dönemlerde toplumsal değerlerin doğası gereği, “virtus” “savaşçı olmayı” ve “cesareti” öngören anlamında anlambilimsel daralma içeriyordu. Ve Leo Strauss’un ifadesiyle “erkeğin erkekliği” anlamına gelen bu kelime İngiliz diline “kadının iffeti” anlamında kullanılmaya çok sonradan başlandı. Yani önceleri erkeğin erkekliğini, erkeğe göre tayin ettiği bir durumdu erdem. Sonradan kadının erkeğin bakışına göre şekillendiği bir erdem algısına dönüştü. Er’kek böylece “er’dem”den muaf olmuştu.

Türkçe “erdem” kelimesi de Latincedekine benzer bir anlamdadır. Arapça “fazilet”i karşılamak üzere kullanılan “er”lik yani “erkeklik” anlamını içermektedir. Erdem kelimesinin kadim anlamı aslında “normatif ve ahlaki değer”dir. Fakat anlam daralmasına uğramıştır. Bu açıdan bakılınca, bir kalemin güzel yazması, bir motorun güzel çalışması fazilettir. Yani herhangi bir şeyin maksadına binaen yaptığı işi güzel yapması bir normatif erdem olduğu gibi, akıl etmek, iffet, izzet, tasarruflu olmak, ihtiyatlı olmak da ahlaki “erdemler” olarak karşımıza çıkmaktadır.

Eski Yunan kültüründe erdem “mutat mükemmellik” anlamında idi. Ve her zaman aynı kalite ve standartta olan uygulamaları ifade ediyordu. Duruma göre değişkenlik arz eden erdemler erdem sayılmıyordu. Kültürlerde ortak unsurlar bulunmasına rağmen, her kültür erdem saydığı özellikleri kendi ihtiyaçları, hayat ve sonrası algılamaları, birey-birey, birey-toplum, birey-çevre ve birey-Tanrı eksenlerine oturturlar. Netice olarak, şer saydıklarını da cezaya, mesela hapis, ölüm, sürgün ve dışlama yoluna giderler. Ancak kültürün ataerkil yapısı, erdemi de ataerkil yapıya göre tanzim ede gelmiştir.

28 Şubat “Er’demin erliğini, sıkıntısını kız öğrencilere yükledi.  

O dönemde ben, bir özel üniversitede öğretim üyesi olarak ders veriyordum. Verdiğim dersler, edebiyat ve düşünce tarihi ağırlıklıydı. “Muhafazakâr” bir yerdi. Kürsü başkanı olarak bölümdeki türbanlı ya da şapkalı öğrencilerimi “ihbar” etmem gerekiyordu. Aksi halde “üst yönetim” beni YÖK’e şikâyet etmekle tehdit ediyordu. “Son kale” olarak bizler kalmıştık. Bu tavrımız bizi de “ne yapmak istiyor?” Yoksa “ajan mı, bu adam?” havalarında algılanmamıza neden oldu. Yani ya öğrencileri şikâyet edip, isimlerini ihbar edecektim ya da birileri beni ihbar edeceklerdi.

Kimseye ne saçını açması ne de kapatması için telkinde bulunmadım…

“Bizde” sorun olmaz diye kayıtları yapılan öğrencilerin, derslere başladıktan sonra “Yas sah”çı tavırlara muhatap olmalarını izledim. Türbanlı öğrencilerin, bizzat kendilerine demokrasi, sivil itaatsizlik, edebiyat dersleri öğreten biri tarafından “ikna edilmesi” kadar riyakârca bir şey olamazdı. Riyakârlık yerine sıkıntıyı tercih ettim. Her hafta başında “sicili bozulması” için öğrenci listeleri vermek yerine, sicili bozuk olmayı tercih etmekteki amacım ne daha dindar ne daha “takva” sahibi olmak değildi. Allah rızası için miydi?” O yar ile hoş” idim, hamdolsun. Ama karşı çıkmalarımda “cennet” hologramları da yoktu gözlerimde. Sadece ve sadece içimdeki bütünlüğün bozulması endişesi vardı. Parçalanan vicdanlar, parçalanan kişilik demekti. Bütüncül vicdan maliyetsiz bir şey değildi ki. Kendi vicdanının cellâdı olmaksa en büyük maliyetti…

Nedenine gelince, ter türlü zulme karşı olmakta olduğu gibi, buna da karşıydım. Bireysel olarak karşıydım çünkü türbanından dolayı ülkesinden ayrılıp dışarıda“diaspora” oluşturan insanların zulme uğramasına da karşı olmak insanlığımın, vatandaşlığımın şiarıydı. İnsanların, türbanından dolayı “öz vatanında parya” olmasına karşıydım. Demokratik nedenlerden dolayı demiyorum.  “Demokrasi” filan demiyorum. Onu da eskitti ülkemiz demo halindeyken. Kuran’daki yerine de girmek istemiyorum. “Füruat” kıvırmalarına hele hiç… Ama “saadet”i “fazilet”e tercih etmek de bir demokratik haktı!

Ben bir öğretim üyesi olarak, öğrencilerimi vatanlarını seven, vatandaşlarını seven, onlarla barışık, fikir üreten ve o fikirleri hocasına muhalefet etme cesaretiyle açığa vuran “bireyler” olarak dersliklerde görmek istedim hep. Cinsiyetlerine, dinlerine, mezheplerine, farklı örtünme şekillerine, milliyetlerine kör olarak görmek isterim. Ülkeleriyle, üniversiteleriyle gurur duymalarını isterim.  Türbanlarının ve türban karşıtı olmalarının onları “kamplara” bölmesini, oylarını siyasi partiler temelinde tekelleştirmesini istemem. Bana fikirleriyle karşı çıkabildikleri gibi, siyasi parti, cemaat, toplumsal hayat içinde de onurlarının en büyüğünün zulme karşı durarak, müstakil vicdanlarının istikametinde beslenmesi gerektiğini düşündüm.

Ki, ne kendilerine destek verenler, ne de karşı çıkanlar gibi sürüleşmesinler. Ki, liseden çıkıp başka ülkelere ve küskünlüğe zorunlu hicret etmesinler. Ki, vatan hasreti, aile hasreti çekerek, Türkiye’yi gönüllerinde ebedi sıla yapmasınlar. Ki, demokrasiyi sadece oy kullanmaktan ibaret görmesinler. Ki, dinli, dinsiz demeden, sadece yaptıkları işlerle insanları değerlendirebilsinler. Ki, ne türbanın ne da türban karşıtlığının altında kalmasınlar. Ki, türbanın tek başına dindarlık, türbansızlığın dinsizlik olmadığına yürekten inansınlar. Ki, yürekleri hasretten değil, bilgiye susamaktan yansın. Ki, yurt dışına çıktıklarında ülkelerini ve insanlarını hep sevgiyle anlatsınlar. Ki, onurlu bireyler olarak, hayatlarında ne kadar yanlışlık varsa onlara karşı durma mecalini kendilerinde görebilsinler. Ki, doğuşta bütün insanların türbansız doğduğunu ve kültürün bizi farklı şekillerde giydirdiğini anlasınlar. Farklı yaratılmanın aslında, kendimizi daha iyi tanımak için gerekli olduğunu anlasınlar. Ki, herkes kendine yapılmasını istemediği bir şeyin, başkalarına da yapılmasını istememenin demokrasi ötesinde bir fazilet olduğunu hep hatırlasınlar.

Bu dönemde içime atmadığım ama bana garip gelen olaylar da oldu.  Mesela, bazı öğrenciler “neden başınızı açmıyorsunuz?” diye sorulunca, “bizim bölümde zorlama yok ondan!” diye “üst yönetime” şikâyette bulunmuşlardı. Bazı öğrencilerim, sadece türbanla ya da simsiyah türbanla örtünenlere karşı tavır takındılar. Hatta siyahları tercih eden bir öğrencim, her nasılsa “fitne” çıkarıyor oldu. Ekonomik ve estetik farklar yabancılama, ötekileme hissi oluşturuyordu. Ayrıca “küresel marka” merakları da onların monolitik bir yol tarz tutturmalarına engel olduğu gibi, dışarı vurulmayan ama hissedilen bir farklılığı açığa vuruyordu.

Pardösülü ve türbanlı olanlar, türbanlı ve pantolonlu olana, o türbanlı ve taytlı olana, o türbansız ve etekli olana, o türbansız ve kısa etekli olana “tam anlayamadığı” bir farklı duyuşu hissediyordu. Ancak komünal algıları aşarak bakanlar arasında ne örtünme şeklinden dolayı ne de örtüsüzlükten dolayı husumet olmuyordu. Ve ben o sahneleri gördükçe mutlu oluyordum. Birbirine yargılayıcı bakmayan ve zaten kimlikler arası sıkışmışları daha da ileri götürmeyen insanları seviyordum, seviyorum.

Türban her hangi bir şey gibi bir “imge” olabilir. “Simge” olabilir.

Sorun ona sadece simgesel olarak anlam yüklemek, ya da simgesel olarak onun anlamını hiçe saymaktır. Tesettürün “emirliğini” ya da meşruiyetini tartışmak ne onu vaaz edenlerin ne de ona karşı çıkanların haddi değildir. Bireysel olarak insan, “başka vecibeleri” yapar, yapmaz o da kendi sorunudur. Başında örtü olmadan dini vecibelerini yerine getiren her kesimden insan da vardır Türkiye’de. Yani, çözüm ne devletin ne de cemaatin kafasıyla hareket etmeden, bireylerin kendi tercihlerini kendilerince yaşamaları, onlar gibi ötekileştirmeden “kendileri” olarak vecibe gördüklerini yerine getirme tercihleridir. Kimse kimseyi din ya da laiklik adına zorlamaya mezun değildir. Totaliter kafalar insana “totalite” olarak bakar. Totalleştirmek ise, ne adına olursa olsun, insanı birey olarak Yaratan’ın hüküm alanına müdahale etmek isteğidir. Din de devlet de insanların Hayatlarını tanzim ve huzurlu yaşamaları için vardır. Tersi durumda insanlar din veya devlet için var olur ki, bu da bir totaliter mantıktır.

Dahası, örtünmenin farklı ülkelerdeki uygulamaları, peçeli olanlar dâhil, burka ve benzerleri dâhil İslamı temsil adına ya da laiklik adına kınanması meşru olarak görülemez.  Toplumların ve bireylerin modern ya da klasik, ya da İran’daki gibi yarı kapalı, ya da çarşaflı modelleri de aynıdır. Ancak parlak siyah çarşaflı da mat siyah çarşaflı daha az “takva” tarafından görülebilir mi? Görülebilir. O halde herkesin sadece kendi tarzıyla ilgilenmesidir mesele. Başkalarına kendi tarzını herkesin tarzı olmalı şeklinde bir bakış da aynı derecede bir yargılayıcı ve totaliter bakıştır.

Savunucularına göre, bizzat Allah’ın emri olduğu için türban ya da başörtüsü gereklidir. Kimi cemaatlere ya da kesimlere göre, türban günlük siyasi ve ekonomik güç dalgalanmalarına göre “füruat-teferruat” filandır. Ayrıca kime karşı savundukları savunuyorlarsa, örtünmenin mahiyeti değişebilir. “İrşat” ve/ya tebliğ ettikleri kesimlere göre de bu “hükmü” sanırım Allah’tan aldıkları yetkilerle yumuşatır ya da sertleştirirler. Türban örtünme de esas sembol niteliği olan şey bu kesimlerin “takva” anlayışlarından tutun da, türbanı iffet-namus ölçüsü görmeye kadar gider. Evleneceği zaman “dokunulmazlık” simgesi gibi görenler de vardır. Türbanı da yeterli görmeyerek türbanlıları yeterince “mümine” görmeyen insanlar da vardır.  Türban “YÖK’ün”, “başörtüsü” bizimdir kabilinden algılar…

Bir kesim insan gelenekten türban kullanır.  Diğer bir kesim aile yönlendirmesi, okudukları “dini” kitapların etkisi ve bazen de bir “ihtida” sonrası psikolojisi ile hareket ederek --aynen Hacda olduğu--gibi yeni bir başlangıcın hayatlarındaki temel taşı olarak görürler. Başka temel ibadetleri yapmasalar bile, onlara göre türban bu anlamda bir simgesel önemi haizdir. Bu grupların içinde bir de tamamen kendi tercihleri ile kendince dinini yaşama hesabıyla, sadece Allah’a hesap vererek örtünmeyi yaşam tarzı olarak görenler de vardır. Başını açmak o insanlar için, çıplak dolaşmakla eşdeğer anlam taşır. Mağdurluklar da yaşarlar, ama bu mağduriyetlerini de içlerinde yaşar ve sermaye yapmazlar. Hatta çok daha az paraya çalıştırılırlar bizzat “muhafaza-kâr” “biraderler” tarafından. Hayat ve inanç ile “devlet” arasında sıkışarak bir sabır ve tevekkül fazileti gösterirler. Onlar başlarını kendi iç bütünlükleri için örterler, başkalarına “üstünlük” taslamak değildir maksatları. Başkalarına örtünmeyi dayatmak da akıllarından geçmez. Bilirler ki, kendilerine açılmayı vaz eden “kanun” kadar, kapanmayı vaz eden “namus” da zorbalığa kaçar. Yani kendisi örtünse de, örtünmeyene yargılamadan bakanlar, dostluk kuranlar olduğu gibi, türbanın markasından, bağlanma şekline kadar birbirlerini takvasızlıkla suçlayan ya da bu şekillere göre “bizimkiler-ötekiler” ayrımı yapanlar da vardır. 

Geldiğimiz süreçte kadınların sorunlarını erkekler kendi akılları ve çıkarları doğrultusunda çözmeye çalışmaktadır. Anayasalarımızı bir “toplumsal mutabakat” belgesi olarak görmek ve göstermek konusunda pek çok filozof ve başta Rousseau’nun epey muhalefeti olacaktır sanırım. En son anayasa, yasak savma kabilinden yüzde doksan üzerinde kabul görmüştü.  Referandumda “giyinme özgürlüğü” yer almadı. Bu da enteresan bir ayrıntı olarak tarihe geçti. Kadının başındaki örtüden siyasi ikbal ve iktisadi gelecek bekleyenler olduğu kadar, kadının bedenini de metalaştıran zihniyetler olduğu açıktır. Kadını kadın olduğu için lanetli görenler kadar, kadını metalaştıranlara da kadınların bizzat karşı çıkması lazımdır. 

Özetle,  Cumhuriyeti sadece kadınlar değil, erkekler de kurdu. Yani nüfusun yarısı olan kadınlar…

Yani Cumhuriyetin en az yarısı kadınların. Din için de aynı şeyler geçerli. Dini konularda klasik ulema hep erkeklerden oluştu. Bazen bir âlimin kişisel fikir ve tercihi de İslam’ın fikri olarak algılandı. Yani kadınların kadınca dini yorumlamaları, Cumhuriyeti kadınca yorumlamaları da gereklidir. Kadınlar, kendi katılım haklarını hem dinlerine hem de siyasi yapılara, hükümete, devlete ve Cumhuriyete yansıtmak zorundadırlar. Aksi halde, kadınlar erkeklerin kendilerini muaf tuttukları bir “namus” ve “fazilet” savaşında beraber kaybeden taraf olacaktır. Devlet olduğu kadar hükümeti de aynı sorgulamalara tabii tutmak da bunun tek geçerli yoludur. Bir de Marifetname gibi kitaplarda, sırf kadın oldukları aşağılandıklarını hatırdan çıkarmamaları lazımdır.

Örtünen ya da örtünmeyen, iki kesimden de olan kadınlar da Anadolu denilen coğrafyanın insanlarıdırlar. Trakya bunun dışında değil.  Ayrıca İstanbul-taşra ayrımı da yoktur.  İstanbul taşrada, taşra da İstanbul’da.  Ne kadınların ne de erkeklerin elinden Cumhuriyet ve liyakati esas alan demokrasinin yıkılması söz konusu değildir.  Buna demokrasiyi sadece kendileri için değil herkes için isteyen, onu azınlık ya da çoğunlukların zulmetme hakkı olarak görmeyen herkesi karşı çıkması lazımdır. Bunu yaparken de herkes tıkanan semboller ve mazi üzerinden değil, duygudaşlık hissi ve çıkar kavgası olmayan, “ötekini” blok olarak ötekileyen bloklar olarak değil, gerçek bir birey ve bir milletin mütemmim cüzleri olarak yapmalıdır.  Ne siyaseti dinin, ne de dini siyasetin sermayesi yapmadan. 

“Değişim” kendi başına sihirli bir değnek değildir. Değişmek daha iyisi olmak için değişime giderse anlamlıdır. Esas tehlike Türkiye’de her “değer” görülen şeyin bir sermaye olmasıdır. Dahası, sermayenin kendi başında değer olmasıdır. O da tüketim tapınaklarının raflarında ve askılarında olan değişimdir.  Değişimin rengini de turuncu değil, yeşille el ele mavi ve onları kucaklayan al bayrağın rengi olmalıdır. Beyaz hilal ve yıldızı her zaman bembeyaz olarak kırmızı zeminde tutacak bir çözüm milletin dini tercihleriyle barışık kalmasını da sağlayacaktır.

Ne “homo Laik US”, ne “Homo religiosUS” ne de “homo EconomicUS”, ülkenin ve ülke insanının kaderini ve kimliğini şekillendirme yetkisini kendinde görmemelidir. Yeşil’in turuncuya çaldığı noktada karanlık aydınlığa ancak böyle evirilecektir.

 

 

Neler Söylendi?

DİĞER YAZILARI MUHSİN BAŞKAN Mum Titrer Hanemizde Ülkücülük CHP'yi Ne Zaman Sevdim İSLAMCILIKLA MÜSLÜMANI, TÜRKÇÜLÜKLE TÜRKÜ YABANCILAMAK SOSYAL MEDYANIN SOS'LARI PARALEL YAPI Bosna'daki Türk Üniversitesi: IUS DER SPİEGEL "BOYUN EĞME" DİYOR DEVRİM Mİ DEDİNİZ? BİRLİK VE BERABERLİK NEDİR? DİL TARİH VE İDEOLOJİ AYNAYI ARAMAK... MAKULLER AKİLLERE KARŞI VEDA HUTBESİNİ OKURKEN HİNLİK VE HAİNLİK ÖTESİNDE TARİHE BAKMAK ALPEREN OLMAK BİR HİLAL BİR İHTİLALDİR DELİLİĞE ÖVGÜ AŞK'A DAİR YAKLAŞIMLAR BİLİM, İDEOLOJİ VE DARVİNİZME DAİR YALAN DÜNYADA GERÇEK TARİH OLUR MU? DELİ DUMRUL'UN KÖPRÜSÜ ORTAYA KARIŞIK HALLERİMİZ EFKAR VE HERZELER YUSUF, ŞEHİR VE TABUYA DAİR EĞİTİME NEDEN HAYIR? EFKAR VE HERZELER "ADAMLARIN" PLANI HER ZAMAN TUTAR MI? İNGİLİZ'CE KONUŞMAK... BEN ÖLÜNCE KİM KALIR? BİLMENİN MALİYETİ NEDİR? BU ÜLKEYİ ANLAMAK... NİYET TAVŞANLARI VE TARİH ŞERİF MARDİN VE CUMHURİYETİN GETTOLARI FERMAN VE FETVA BAYRAMLARDAN BAYRAM BEĞENMEK AŞKIN BAR/KODU MEVSİM SONU İNDİRİMLİ LİBERALCİLİK YOL DA İÇİMİZDE SEYYAH DA! OSMANLI NE ZAMAN ÖLDÜ? SÜRGÜN KAYIP MEDENİYETİ ARARKEN... KÜRDİSTANA DAHA NASIL YARDIMCI OLABİLİRİZ? İKİNCİ YEŞİL KUŞAK PROJESİ MHP NEREYE GİDİYOR? NASIL BİR GENÇLİK? KİM KORKAR EBU ZER'DEN? MEHDİ NE ZAMAN GELECEK? "GÜZEL VE YALNIZ ÜLKE"YE Milliyetçilik ve Kürtler İLETİŞİM VE PROPAGANDA BATILILAŞMAK TWITTER'DA KENDİMİZİ OKUMAK "DANIMARKA ÜLKESİNDE KOKUŞAN ŞEYLER" BİSİKLETİN İSLAMİ OLANI FİRAVUN VE HİÇ'LİK KAMUSAL ALAN DÖNÜŞTÜ MÜ? KADIN, ŞEYTAN VE ÖLÜM ÇEVRİM İÇİ AHLAK ÖLÜM VE YAŞAMA KORKUSU KISKANÇLIĞIN KISKAÇLARI 11 Eylül ve ABD YA 12 EYLÜL SONRASI? Korku ve alkışlar arasında Ortadoğu AYDIN, MÜNEVVER VE ENTELEKTÜEL ORTADOĞU'DA OLANLARI ANLAMAK KAVGA NEREDE? KAVGA NEREDE? ORTADOĞU'NUN YENİDEN TASARIMI SUSMAK, PUSMAK VE BİRLİK DİL VE TARİH KAVGAMIZ HOLİGARŞİ Said Nursi ve Cemaat algısı Size “İslamî alt-çevre” diyebilir miyim, “abi”? MUHAFAZAKÂRLIK NEDİR? TÜRK LİBERALİZMİ AŞK MI MAŞUK OLAN? DİN'ERCİLİK SİVİL İTAATSİZLİK NEDİR? NEDEN KÜRT ÇALIŞMALARI ENSTİTÜSÜ? DEĞİŞİM İDEOLOJİSİ VE LİBERAL PROPAGANDA 12 EYLÜL SONRASI UZLAŞMA LİBERAL STATÜKOCULUK UYKUYU ÖLDÜRMEK "EKSİK ETEK" BABİL, DİL VE PROPAGANDA DENKTAŞ'IN ÖLÜMÜ AİKİDO VE "KÜRDİSTAN" DEĞİŞİM TÜRKÇE VE İDEOLOJİ "KASIMPAŞALI" BAŞBAKAN "İBRAHİMİ DİNLER" BİLİMLE DİNİ UYUŞTURMAK KOLTUĞA OTURAN VE KOLTUĞUN OTURDUĞU İNSAN TEMCİT PİLAVI VE YENİ OSMANLI RODRİGEZ NEDEN LİBERAL OLAMAZ? BEN'SİZLİĞE ŞİİR TOPKAPI'DAN DOLMABAHÇE'YE DÜŞERKEN ERBAKAN'I ÖZLERKEN MÜSLÜMAN VE İSLAMCI İSLAM VE FEMİNİZM KAÇIRILAN GÜNDEM BIDEN NOTLARI DEMOKRASİDE KİM KİM ÖPÜYOR ARAF'TA TARİHLERDEN TARİH BEĞENMEK İKİNCİ YEŞİL KUŞAK PROJESİ ARAFTAKİNİ ÖZLEMEK Hayatta Sürgün Olmak AKADEMİSYENLİK KÜRESEL KARADUL TEFRİKALARI GÜNCELLENEN MESİHİ BEKLERKEN TÜRKİYE KOLTUK, TURNUSOL VE KİMLİK BOSNA'DA BİR TÜRK ÜNİVERSİTESİ KOVBOY MEHTERANLA JAZZ ÇALARKEN Amerika ve Anti-Amerikan Kimlikler AMERİKAN KİMLİĞİ VE ŞEYTANLARI DÖNÜLMEZ AKŞAMIN UFKUNDAYIZ KUTLU VEDA DEĞİŞİMİN TÜRKÇESİ VE UYANIŞ TANRI, İNSAN VE TAKVİM ÖDLEK ÖCÜNÜ ALDI MI? Millet Olabildik mi? Zaman, medeniyet ve din Zaman, medeniyet ve din Mehdi’yi beklerken ORTADOĞU VE YENİ İNSAN Kediler, Fareler ve Vatan Kürşat olma vaktidir Gülün Adı, Kadın ve Takva İslamo-Amerikancılık EBCET, CİFR VE TARİH SÜBJEKTİF OLMANIN FAZİLETİ DİPLOMASİMİZ NEREYE? İSTİKLAL MARŞI YENİDEN YAZILABİLİR Mİ? KOKUŞAN BİR ŞEYLER VAR! KÜRESEL KARADULUN AĞLARINDA "Yeni Osmanlı"nın Yeni Haçlılara Yardım Tezkeresi KATLİAMERİKA MAHALLE, BASKILAŞIM VE FİKİR NAMUSU YARASANIN ÇIĞLIĞI VE DİPLOMASİ Ay lav yu, Cani! AŞKIN HALLERİ DOKUZ HECELİLER FİRAVUN... Kadın'ım... 28 Şubat ve Erbakan KADDAFİ'DEN KESESİ Ve Yine Karşınızda Renan, Sykes ve Picot Democoupracy mübarek olsun! FULL'er Yapalım mı, Abi? Ortadoğu'da Sezaryen Mısır'da Karaoke Devrimi Mısır'ı Okurken Obama ve ikinci yeşil kuşak projesi (I) Bir Ortadoğu Masalı Mutlu Oligarşiden Kutlu Oligarşiye Ey zahit, şaraba eyle ihtiram! Bilinç ve Sürgün İbrahim, devir içimdeki putları! İdeolojik dil ve Teolojik Tarih Pardon, Size Demokrasi Diyebilir miyim? Paralel Evren, Küresel İslamcılık Erkekler ne zaman "adam" olur? "Millî" Küreselleşme? AK'Kışşş Kimliklerin Kurdu “Hiç” i öğrenmek GELENEK VE MANKURT Küresel tapınak, yerel rahipler ve Hipnoz Çift-düşün, yeni-konuş! Batı'yı ararken... Aforoz’malar… Halife Ömer Hayek’i ne zaman okumuştu? AĞLAMAKTAN ÇAĞLAMAYA DOĞRU KÜRT'AJ Shalom, Kürdistan! İstiklal marşını yeniden yazmak İslam, Millet, Hilafet ve Siyaset Amerika düşmansız olabilir mi? Mustafa Reşit Paşa'ya Mektup Keşif... Babil’in dil’beri Medeniyetlerin neyi çatışıyordu? Tarihi hangi hikâyeci yazar? Zihin Kontrolü ve Kült YUMURTANIN AK'I, SARISI Ebu Zer’in günlüğü Her şey zıddı ile mi kaim? Melamilik “marka” mıdır? Melâmilik Bir ayrılık, bir yalnızlık, bir ölüm AŞKA DAİR NE VARSA Medya medyumluğu ve wikisızmalar Türkiye, İran ve Dünya Barışı Muhafazakârlık “marka”sı? Füze ümütz! “Van münütz!” Çin'in hafızası ve küresel sistem Kutlu veda Öznellik Öz’neliktir! Hz. İnsan, Hz. Peygamber ve emanet Said Nursi ve tesettür İmam, Örtünme ve Nur Suresi Din duble “yol” mu demekti? Gelenek, mankurt ve reform Alaturkalıktan Kolaturkalığa gelenek Gelenek mürtedi ve kimlik Namus, Kanun ve Fazilete Dair İman "terakkiye" destek midir? Yılmayacağız... ÜÇ TARZ-I MAHALLE VE HAL Hoş geldin, Şeytan! OSMANLI VE NEO-OSMANLI DAYILAR VE DAYILANMALAR Türkiye’de muhafazakârlık ve Dr. Faustus Tesettür neyi örtüyor? Milat oluşturmak Yahudilik bir din mi yoksa ırk mıdır? Tarih satrancını asıl kim oynuyor? Mahalle ve getto Tanrı, totem ve muta nikahı Orta Doğu’mların ebesi ŞOFÖR MAHALLİ BASKISI KÜRESEL İSLAMCILIK RENAN'I VE KENDİMİZİ AŞMAK Medine Vesikası Türk solculuğu ve İslamcılığı Batı’k düşüncelerin Doğu’şu BATI'NIN DEĞERLERİ EVRENSEL MİDİR? NEO-MUHAFAZAKÂRLIK VE YİN-YANG Karadul KEDİLER VE FARELER “Erkekliğin” yasası, “kadınlığın” tasası ON ADIMDA LİBERAL OLMA TÜYOLARI Neden Federasyon? Kaburga kemiklerimdeki sızı? Ortadoğu ve Darbeler "Küreselleşme "millet"e neden karşıdır? TURNUSOL Ya 12 Eylül sonrası? (II) Ya 12 Eylül sonrası? 12 Eylül darbesine nasıl gelmiştik? (II) 12 Eylül darbesine nasıl gelmiştik? (I) Kim ne der? Ne zaman ki…