https://www.egemengazetesi.com/files/uploads/user/0e42907936.jpg
Metin BOSNAK

MUHAFAZAKÂRLIK NEDİR?

26-04-2022 01:49

 

Muhafazakârlığın Anlamı

Owen Harries

Çeviren:  Metin Boşnak

 

 

Muhafazakârlık konusunda yazı yazmak hiç de kolay bir iş değildir.  Öncelikle, eğer okuyucu kitleniz eğitimli orta sınıfın mümessil bir numunesi değilse muhtemelen başlığınıza husumet besleyecek ya da en azından başlığınızın ciddi bir entelektüel dikkate değip değmediğinde şüphe edecektir.  Uzun süre önce, John Stuart Mill o meşhur yaftasıyla Muhafazakâr Partiyi “aptal parti” ilan etmişti.  Elbette ki Mill bir liberaldi, bu durumda entelektüellerin çoğu da öyle zaten (tabii ki küçük “e”).  İngiliz muhafazakâr Roger Scruton kısa süre önce 20. yüzyılın ortasında büyüklerine dünyasına adım attığı zamanlardaki tecrübesini yazdı: “...İngiliz entelektüellerin neredeyse tamamı “mufazakar” kavramına hakaret nazarıyla bakıyorlardı... Muhafazakâr olmak yaşlılarla beraber olup gençliğe, mazinin yanında olup geleceğe, otoritenin yanında olup yeniliğe, spontanlığa ve hayata karşı çıkmak anlamına geliyordu.” 

            Avustralya cephesinden bakıldığında, Don Bradman hakkındaki bir kaç yeni kitabın yakınlardaki yorumlarını bir kenara koyarsanız, pek bir şeyin değişmediğini görürsünüz.  Bir yerde yazar (Graeme Blundell) Bradman’ın mevhum başarısızlıklarını sıraladı: Bradman müşkül durumlarla başa çıkamazmış, aniden çıkan durumlarda sarsılırmış ve (titreyin) bir sosyal muhafazakâr”mış!

            Husumet olduğu kadar muhtemelen cehalette var.  Bunun sorumlusu kısmen muhafazakârlık ve muhafazakârların kendileri:  canavarın tabiatından kaynaklanıyor. Çünkü muhafazakârlık kolay kolay kendini şematik, didaktik açıklamalarla ortaya koymaz ve muhafazakârlar hemen bu işe kendilerini vermezler. En iyi muhafazakâr yazarlar konuya kısmen ve müphem olarak dağınık denemelerde ya da belli bir mesele hakkında tartışma koptuğunda örnekleri sıralayarak yaklaşma eğilimindedirler.  R.J. White Muhafazakâr Gelenek adlı antolojinin girişinde savunma tarzında (ya da küstahça ya da gol atmanın verdiği hazla denebilir) şu iddiada bulunmaktadır: “Muhafazakârlığı şişeye koyup etiketlemek atmosferi sıvılaştırmak ya da Anglikan Kilisesine mensup birinin inançlarını tamı tamına tasvir etmeye çalışmak gibidir.  Müşkülat bu işin tabiatından kaynaklanmaktadır.  Çünkü muhafazakârlık politik bir doktrinden çok bir zihin alışkanlığı, bir hissediş şekli, bir yaşam tarzıdır.”

            Aynı şekilde, Michael Oakeshott—muhtemelen geçen asrın en tesirli düşünürü—“Muhafazakârlığa Dair” adlı denemesine “muhafazakâr fiillerin hemen genel fikirlerin diliyle kendini telaffuz etmediği ve sonuç olarak bu tür bir açıklamaya karşı isteksizlik olduğu doğrudur” diye itirafla başlamaktadır.  Hemen ardından da bu eksikliği düzeltmek için değil ama muhafazakâr tavrı yani bir fikirler silsilesi değil bir isimler listesini tanıtmak için yola çıktığını ifade etmektedir.

            Mahalli seviyede 25 yıllık neşriyat tarihçesi olan Quardant antolojisindeki makalelere başvurdum.  Quadrant Avustralya’nın önde gelen muhafazakâr dergisidir.  Ama antoloji muhafazakârlığın temel unsurlarını sistematik olarak açıklamaya gayret eden tek bir makale içermiyor: hassaten muhafazakâr argümanları kullanan bir sürü makale var, ama “Muhafazakârlık nedir?” sorusuna tutarlı bir cevap verme çabasında tek bir makale yok.

            Şekli muameleye direnişi akılda tutarak, hem muhafazakârların hem de diğerlerince genelinde, muhafazakâr bakışın en muktedir and etkilisi olarak kabul gören Edmund Burke’nin “Fransa’daki Devrim Hakkında Düşünceler” adlı eseri bir duruşun sistematik ifadesi değil, özel bir siyasi duruma tepkiden ilhamını almış polemiktir: yani Avrupa’daki en güçlü ve renkli ülkedeki eşi benzeri görülmemiş bir büyük karmaşaya.  

            Bu polemiğe sistematik olmayan bir tarzda siyaset felsefesinin unsurları giydirilmiştir. Birini diğerinden ayıklamak okuyucuya bırakılmıştır.  Benim hülasam ise çok seçici olacak ve eserin tamamına karşı adil olmak kaygısı gütmeyecektir.

           

Siyasetin Sınırları

Öncelikle iki temel konu: Birincisi, Burke’nin Düşünceler’i 1790’da basılmıştır yani Devrimin en şiddetli tezahürlerinden, terörden, kral katlinden, Devrimin kendini yavrularını yemesinden ve askeri bir diktatörlüğün ortaya çıkmasından önce. Dolayısıyla, Burke geriye değil ileriye bakarak yazıyordu.

            İkincisi, kitap basıldığı zaman, Devrim İngiltere’de hala çok popülerdi ve günün münevver fikirlerinin insanlığı hürriyete bir adım daha yaklaştırması olarak algılanıyordu.  Çoğumuz Wordsworth’un “Yaşamak saadetti o zaman” tepkisini biliriz.  Aynı şekilde Charles James Fox’ın “Dünyada bu zamana kadar vuku bulmuş en büyük olay! Ve en iyisi!” dediğini.  O halde Devrimi yererken Burke İngilizler arasında popüler olan bir anlayışı yansıtmıyordu, akıntıya kürek çekiyordu. Katlandığı diğer maliyeleri yanında Fox ile yakın dostluğunu kaybetmek de olacaktı.

            Burke’nin Devrim olan tepkisinin temelinde, “düşüntü,” “metafizik,” toplumsal ve siyasi olaylara uygulandığı şekilde “farazi düşünce” gibi çeşitli şekillerde adlandırdığı ve böyle uygulamaların tehlikesine dair inancından dolayı şeylere karşı köklü bir düşmanlık yatıyordu.  Hatırınızdadır, o Fransa’daki devrimcilerin ciddi ciddi genel ve soyut prensipleri uygulamak suretiyle dünyayı sıfırdan yeniden oluşturacaklarına, hatta bu yeni aydınlık dünyanın miladını ifade etmek için yeni bir takvim bile ihdas etmeye inandıkları bir dönemde yazıyordu.  Ve bu inanca sahip olduklarından kendilerinin istisnai değil zamanlarının en bilmiş fikrinin temsilcisi olduklarına ve önceki on yıllarda Aydınlanmanı mümessilleri tarafından hararetle propagandası yapılan aklın gücünün devreye sokulmasına dair inançlarını devreye sokuyorlardı.

            Burke bu inanca iki sebepten karşı çıkıyordu: birincisi toplumun ve siyasetin doğasıyla ilgiliydi, diğeri de insanlar ve düşünce yetilerinin doğasıyla.

            Düşünceler’i yazdığında Burke 30 yıldır yüksek düzeyde sıkı fıkı idi siyasetle.  Bu faaliyeti son derece karmaşık, zor ve hassas görüyordu.  Devreye giren unsur çok ve aralarındaki ilinti giriftti.  Siyasetçilerin soyut ve genel değil, somut, hususi alanlarda faal olmaları gerekiyordu:

Bir ulus kur ya da onu yenileme onu yeniden şekillendirme bilimi diğer deneysel bilimlerde olduğu gibi a apriori olarak öğretilmez.  Bu en karmaşık ve hassas bir hünerdir.  Bir devlet adamı üniversite hocasından farklıdır.  Hoca toplum hakkında genel bilgilere sahiptir; devlet adamı ise bu genel bilgilerle birleştireceği ve dikkate alması gereken bir sürü şartla karşı karşıyadır.  Şartlar sonsuz ve sonsuz derecede ilintili, değişken ve geçicidir.  Bunları dikkate almayan sadece hatalı değil zır delidir; metafizik anlamda delidir.

Bir başka deyişle şartlar açısından tefrik etme melekesi, prensip ve mantık açısından joker gibidir ve şartlar ve sonuçlar ne olursa olsun istikrarlı olmakta ısrar muhtemelen bir felakete yol açar.  Bu açıdan ifade edilirse durum aşikârdır.  Bir de diğer türlü, yani birinin X ülkesine karşı tek bir tarzda (mesela insan haklarına saygı göstererek) davranmakta ısrar ettiğini düşünün o zaman iki ülke arasındaki farklar ve bizim bunlarla ilişkilerimizin farklılığı olsun olmasın Y ülkesine aynı tarzda davranmamak riyakârlık ve yanlış olacaktır.  Amerika’nın en büyük devlet bakanlarından Dean Acheson’un bir keresinde ifade ettiği gibi, “eğer biri çıkıp da “Yunanistan hakkında şunu şunu dediniz,  peki aynı şeyler neden Çin için geçerli değil?” derse zerre kadar üzülmem.  Elbette nazik olurum.  Sabırlı olurum ve ona Yunanistan’ın neden Çin olmadığını açıklarım.  Ama yüreğim hiç de sancılara gark olmaz.”

            Sosyolog Max Weber daha genel ifadelerle “Meslek olarak Siyaset”e dair denemesinde aynı noktayı vurguluyor ve ahlaki icraata dair taban tabana zıt iki vecize arasında ayrımlar yapıyordu.  Öncelikle “nihai hedefin ahlakı” diye tanımladığı şey vardır ki, prensibe mutlak ve koşulsuz sadakati emreder.  (dini ifadesiyle, Hıristiyan doğruyu yapar, sonucu Tanrıya bırakır,” seküler ifadesiyle “İnsan sonuçlarına bakmaksızın aklın ve ahlakın emrettiğine bağlı kalmalıdır.”) İkinci olarak insanın yüklendiği sorumluluklarda elinden geldiğince hareketlerinin görülebilen şart ve sonuçlarını dikkate almasını emreden “sorumluluk ahlakı” vardır.  Ve bu ikincisinin siyasi hayata doğru yaklaşım olduğunu düşünüyordu.  Siyasi bir liderin sorumluluğu halkının refahıyla ilgilidir, ruhunun safiyetiyle ilgili değil.  Bu ikisinin illa her zaman aynı yerde buluşmaları da gerekmez.

            Burke’ye göre, toplum ne gevşek bağlarla bağlı fertler koleksiyonudur ne de aralarında değiştirilebilir parçaları olan bir mekanizmadır.  O bir canlı organizmadır ve bir kısmının iyiliğine etkileyen şey tamamını da etkiler. Bu nedenle o “sonsuz bir dikkatle yüzyıllarca tahammül edilir derecede toplumun amacına cevap verebilmiş bir şaheseri herhangi birbirinin alaşağı etme macerasına atılması” konusunda ısrar eder.  Reçete bir kurum ya da uygulama lehine somut bir argümandır.

            Terminolojiyi kullanmasa da Burke ve ondan sonraki muhafazakârların derinden haberdar oldukları iki mesele vardır.  Birincisi, niyette olmayan sonuçlardır ki, müphem ölçekte değişim başlatmanın şaşmaz bir şekilde eşyanın karmaşıklığı ve giriftliğinden dolayı, hemen hiç şaşmaz bir şekilde başlatanın aklında olandan çok daha fazlası devreye girer ve sonuç beklentilerden çok farklı tezahür edebilir. Bu nedenle, Burke’nin ifadesiyle “çok takdiri şayan ve memnun edici başlangıçların çoğu zaman utanç verici ve üzücü sonuçları olur.”

            Ya da daha utanç verici olmasa da en azından hüsran ya da karmaşayla sonuçlanabilir.  Yakın bir örnek: John Howard ilk defa ev alanları sübvanse etmeye karar verir.  Peki sonuç?  Parasal destek sermaye olarak ev fiyatlarına yansır ve evler daha da pahalanır, ilk defa ev alanların durumu daha kötü olur. İktisadi İşler Enstitüsü bir başka örneği ortaya koymaktadır: dişleri için fillerin öldürülmesini engellemek amacıyla, fildişi ticareti yasaklanır.  Bu sefer fildişi nadirattan olur.  Fiyatlar hemen yükselir kaçakçılık ödüllendirilmiş olur. Daha çok insan kaçakçılığa girer ve sonunda yasak konulmadan önceki dönemden daha fazla fil öldürülmesi ile karşılaşırız. 

            İkinci ve müteakip problem, zımni işlev problemidir. Aşikâr ve zahir işlevlerinin yanında kurumların çok önemli gizli işlevleri vardır ki bu, kurumlar ortadan kalkışını tecrübe etmedikçe ortaya çıkmaz. Burke’den iktibas edecek olursak “Devletlerde ilk bakışta üstünde durulmayan ama başarı ya da felaketlerin çoğunu temelini oluşturan bazı müphem ve zımni amaçlar vardır.” Burke’nin sezgisel ve pragmatik olarak anladığı şey yirminci yüzyılda antropoloji ve sosyolojide önemli bir görüş olarak ciddi bir amacı yokmuş ya da sadece dekoratif hatta Nuh Nebi’den kalma görünen kurumlar ve uygulamaların zimni işlevlerinin araştırılmasının bir temel bir temel büyüme sanayisine dönüşmesinde olduğu gibi ortaya çıkacaktır.

            Avustralya tarihiyle ilintisi olan bir örnek: 1959’yayımlanan ve alanında bir klasik olarak görülen Siyasi İnsan adlı eserinde sosyolog Seymour Martin Lipset “saçma bir hakikat” (kendi sözleri) olduğu aşikâr olan şu gözlemi yapmaktadır: Avrupalı ve İngilizce konuşan demokrasiler monarşidir (İngiltere; İskandinav ve Hollanda gibi ülkeler; Avustralya, Yeni Zelanda, Kanada).  Lipset’in anlayışına göre bu tesadüf olamaz ve bunun açıklamasını bulma çabasındadır. Lipset Monarşik kurumları açıkça anlamsızlaştıran ve miadını dolduran son yüzyıldaki hızlı ve mühim toplumsal ve iktisadi değişimler, bu değişimler sonucunda aristokratlar, Kilise mensupları ve kırsal sektörler gibi kaybeden grupların bağlılıklarını temin ve devam ettirmede kurumların korunmasının hayati bir rol oynadığına kanısına varmaktadır.  Monarşini merkezi kurumunun devamlılığı insanların bilip değer verdikleri dünyanın tamamının kaybolmadığı, bir devamlılık olduğu ve yeni toplumsal ve siyasi düzene ayak uydurulabileceği o nunla yaşanabileceğine dair bir teminat anlamına geliyordu.  Öte yandan, şu veya bu şekilde monarşiyi bir kenara atmış olan Fransa, Almanya ve Birinci dünya Savaşı sonunda Habsburg İmparatorluğunun halefi olan ülkelerde uzlaşma ve istikrarın daha nadir özelliklerdir. 

            Bu nedenle, Lipset’e göre belirgin bir şekilde monarşiyi köhne ve yararsız kılan değişimler bazı açılardan onun meşruiyet kaynağı ve “geçiş döneminde önemli bir geleneksel birleştirici kurum olarak” önemini artırmıştır. Lipset bunları yarım yüzyıl önce kaleme alıyordu ve monarşilerin bu önemli zimni işlevi yerine getirip getirmediği mesela Avustralya’da son on yıllardaki büyük toplumsal ve iktisadi değişikler neticesinde kaybedenlere güvence verip vermediği cevap bekleyen bir sorudur. Lakin Burkeci muhafazakâr hala bunu uzun süren bir kurum olarak bu öngörünün kendi lehine olduğuna dair inancı tamdır.

            Diğer bir örnek, nikâh dışı yani gayr-i meşru çocukların gördüğü tarihsel muameledir. Bir kaç nesil önceki liberal bir çift epey haklı sebeplerden gayr-i meşru çocuklar ve annelerine takınılan tavrın katı, gereksiz ve yanlış olduğunu düşünürdü. Muhafazakârlar gayr-i meşruluğun belgelenmesini katı, ama toplumun en temel ve hayati kurumu olan ailenin bütünlüğünü korumak için gerekli olduğunu düşünmeye meyyaldiler. Liberaller kazandı ve onların görüşleri hâkim oldu.  Kara leke etkin olarak meşrulaştı.  Çok kısa zamanda babası olmayan aileler mantar gibi bitti.  1990ların ortalarına gelindiğinde Birleşik Devletlerde bazı rahatsızlık veren istatistiklere yer verilmeye başlandı:  tecavüzcülerin üçte ikisi ve erişkin canilerin dörtte üçü babasız büyümüşlerdi.  Dahası, yuvada baba olan ailelerde 13-18 yaş arası kızlar olmayan ailelere oranla yüzde elli daha az hamile kalıyorlardı. Çoğu muhafazakârın verdiği hükme göre gayr-i meşru olanın meşrulaştırılmasının toplumsal maliyeti çok yüksek olmuştu.

            Muhafazakârlar zımni işlev anlamaya liberallerden daha yatkındırlar çünkü istikrar ve onu bozabilecek şeyler ile daha çok ilgilenmeye meyillidirler ve onlarda her şeyin ilintili olduğu anlayışını vurgulaya organik bir toplum anlayışı vardır. Öte yandan insanın ilgi odağı bireysel haklar ve ihtiyaçlar ise akılcı kalıplarla düşünüyorsa o zaman zımni işlevler konusunda teyakkuzda olmayacaktır.

 

İnsan tabiatının İnkârı

             Burke’nin radikal ve hızlı değişiklerden korkusunun nedeni toplum ve siyasi düzen ise ikinci ve aynı derecede güçlü bir neden ortaya atılan değişim makinesine dair tereddütlerinde yani insan aklının insan işlerinde ki rolünde yatıyordu.  Burke Aydınlanmanın insan görüşüne fazla akılcı, hesap kitapçı ve mantıklı bulduğu için karşıydı.  Kendisinin akılcı tarafları vardır, ama makyajının tamamının küçük bir parçasıdır. “Biz insanın kendi aklıyla yaşaması ve ticaret yapmasından korkarız” der “çünkü kişi başına düşen akıl melekesi azdır.”  Alışkanlıklar, adetler, inanç, saygı, önyargı gibi tecrübe ile bilinçli ya da bilinçsiz kazanılan pratik bilgi birikimi ekşi düşünceden daha iyidir.  İyi ya da kötü kolektif olarak insanın, onun insanının tabiatını oluşturuyordu.

            Bu fikirleri izhar edene tek kişi değildi Burke. Büyük İskoç filozofu David Hume Burke bir nesi önce insan tabiatını oluşturmada alışkanlık ve adetlerin öneminden dem vurmuştu.  Dahası Burke’den bir ya da iki yıl önce Atlantik’in öte yakasında Amerikan anayasasını şekillendirenler ve Federalist Paper’ın yazarları olan Alexander Hamilton ve James Madison siyasi düzen oluştururken insan tabiatının saldırgan, bencil ve menfaatçi insan yanlarının iyice dikkate alınmasında ayak diriyorlardı. “İnsanoğlu Ütopyacı faraziyelere öyle dalmış olmalı ki” diye düşünüyordu Hamilton, “insanların muhteris, intikamcı ve aç gözlü olduğunu unutmuş görünüyor.”

            Onların hepsi devrin yaygın entelektüel akışına karşı fikirler ileri sürüyorlardı. Bu devir Aydınlanma Çağı idi ve aklın üstünlüğünde ısrar ediyor adetler, alışkanlıklar ve önyargıların, insan aklının o başlangıçtaki haline yani tabula rasa’ya geri dönebilmesi için süpürülüp kenara atılması mümkün ve mecbur engeller olarak görüyorlardı ki akıl oraya mesajımı yazabilsindi.  Burke’nin Devrime yönelik cevabını kaleme aldığı sıralarda artık unutulmuş, ama döneminde etkili ve mümessil bir kişi olan çağdaşı radikal-anarşist William Godwin çocuklardan “elimize verilmiş bir tür ham madde” ve beyinlerinden “tertemiz bir beyaz kâğıt” diye bahsediyordu.  Erişkinlerle uğraşırken görev, zamanla bozulmuş olan beyaz kâğıdı silmekti.  Fransız devrimcileri kendilerini bu işi yapmakla vazifeli görüyorlardı. Onlara göre, insan tabiatı adına aktarılan şeyler hüsnü kabulle kale alınmamalı, Federalist Papers inandıkları gibi, içselleştirilmiş ya da engellenmiş olsun değiştirilmeliydi.

            Amerikan fikir tarihçisi Thomas Sowell bu konuda genelleme yapmıştır: sosyal ve siyasi yaklaşımlarında akla ve insan aklının terbiye edileceğine inananlar --ki insanların mükemmelliği yakalama ihtimaline inanıyorlardı--  meselelere çözüm bulma ve çözüme engel olarak görülen her şeyi ortadan kaldırma konusunda ısrarlıdırlar.  Öte yandan, insan tabiatıyla güvenilmezliği bir veri olarak kabul edip akın her zaman ve illa da meseleleri çözeceğine, rekabet halindeki istekler ve çıkarlar arasındaki çatışmayı kaldıracağına inanmayan muhafazakâr duruş uzlaşma ve al gülüm ver gülüm açısından ele alır meseleleri ve çözümden çok ıslahı ve insanın kusurlarını aşma yönünde hareket eder.

            İşte Fransız devrimcileri ile Amerikan devrimcileri arasındaki temel fark budur: Fransızlar tarihe bir günden başlayıp tamamen sıfırdan bütün bütüne akılcı siyasi kurumlar yaratmakta fikriyle hareket eder, Amerikan devrimcileri ise,  mesele anayasa oluşturmaya gelince insanın saldırgan, menfaatçi, rekabetçi ilgi alanlarını hesaba katmak suretiyle Hıristiyanların “asli günah” dedikleri ve tamamen değişmesi mümkün olmayan etkilerine inanıp karşılıklı dengeler ve güçlerin ayrılığına gittiler.

            Tabula rasa geleneği ile insan tabiatı geleceği arasındaki çatışma ta başlangıçtan beri süregelmiş ve sosyal ve siyasi çoğu tartışmanın temelini oluşturmuştur. Evrim psikolojisi, davranış genetiği, bilişsel sinirbilim gibi insan davranışları bilimlerinin çoğu buna dayanır. Oyunun durumu hakkında akıcı ve bilgi yüklü yeni bir tarihçe için Steven Pinker’ın çok satan kitabı Boş Kitabe: İnsan tabiatını Modern İnkârı adlı kitabına başvurabilirsiniz.  Massachusetts Teknoloji Enstitüsünde Psikoloji kürsüsü profesörü olan Pinker, önsözünde şöyle demektedir:

 

Mesele insan düşüncesi ve davranışını açıklamaya gelince kalıtsallığın rolünün olma ihtimali hala hayrete düşürecek kadar güçlüdür. Çokları insan tabiatını ikrar etmenin ırkçılığa, cinsiyet ayrımcılığına, savaşa, aç gözlülüğe, katliama, yıkıcılığa, gerici siyasete, çocukların ve garibanların ihmaline payanda olmak anlamına geldiğini düşünür.  İnsan kafasının doğuştan bir organizasyonu olduğunu iddia etmek insanlara bir yanlış olması muhtemel bir hipotez değil düşünülmesi ahlaksızca olan bir fikir gibi gelmektedir.

 

Bu kitabın değerini bir kısmı bu ifadeleri destekleyecek sürüyle örnek ortaya koymasındadır.  Yüzlerce sayfa sonra yazar, “yeni insan tabiatı bilimleri aslında tarihsel açıdan soldan daha çok sağa yakın olan faraziyelerle yankılanmaktadır” diye bir neticeye varıyor.  Bunun doğru olması muhtemelse de kesin doğru olan bir şey daha var ki sosyal siyaset ve sosyal bilimlerin çoğunda hala boş kitabe düşüncesi hâkimdir.

 

Devamlılık ve Değişim

Burke’ye dönecek olursak bugünün muhafazakârlığı dair bir iki kelam etmeden önce üç noktaya parmak basmak isterim. 

            Birincisi, her şeyin Paris’te yoğunlaştığı Fransa’da olanların aksine Burke mahalli, yakın ve özel olana vurgu yapar: “alt gruplara bağlı kalmak, toplumda ait olduğumuz müfrezeyi sevmek birinci ilkedir çünkü o halk sevgisinin temel hücresidir.”  Burke’nin burada devletin aksine sivil toplum ve aracı gönüllü katılımcı derneklerin önemini vurgulaması,  Devrimin desteklediği Genel İradenin aksine hususi hayatlarını yürüten insanların günlük isteklerini vurgulaması açısından Tocqueville’e önderlik yaptığı görülebilir.

            İkincisi Devrimin ortaya koyduğu soyut İnsan Hakları'nın aksine Burke hususi aslında insanın gerçekten sahiplendiği mevcut haklardan dem vuruyordu. Bazen doğal haklar kavramın kullandı, ama bununla kastettiği hususi toplumlarda ve yasal sistemler bağlamında tevarüs eden tarihi, reçete türünden haklardı: soyut anlamda “İnsan” hakkı değil İngilizlerin hakkı, Fransızların, Yerlilerin, Amerikalı ya da hakkı gibi.  Dahası, özel olan genel olanla, tarihsel olan teorik ve soyut olanla kıyaslanmaktadır. Haklar, ortaya konan iddialar değil sahip olunan güçlerdir.

Burke ye göre, tarihsel devamlılık kendi toplum anlayışının odak noktasıydı.  En çarpıcı ve en çok iktibas edilen cümlelerinden birinde toplumu “sadece yaşayanlar değil ölüler ve hayata henüz gelecek olanlar arasındaki ortaklık” diye tarif ediyordu.  Yani, hal yaşayanların mülkiyetinde değildir, kafalarına göre tasarrufta bulunamazlar.  Kendisine güvenilen bir akardır o; ahlaki açıdan onu elinde bulunduranlar onu iyi durumda devretme vekâletinin sorumluluğuna da taşırlar. (Dikkat edilirse bu ve diğer bazı önemli açılardan muhafazakârlar ve Yeşilciler arasında beklenmedik bir bağlantı vardır.) Devrimcilerin ihanet etme aşamasında oldukları işte bu güvendi. Akıl, hürriyet ve eşitli adına meşru otoritenin bütün tarihsel kurumlarını yok ediyorlardı.

            Otorite kaybolunca, sonuç hürriyet değil, itaate zorlamak ve düzeni temin için kaba kuvvete artan bir bağımlılık olacaktı. Harikulade bir öngörü ile Burke ve önünde kendine rehber tarihsel öncüler olmadan, daha totaliter kavramı icat edilmeden, devrimin ta başlangıcında henüz zafer sarhoşluğu, idealizm ve iyimserlik hâkim olduğu dönemde gidişatın ya terör ya da diktatörlük olacağını sezinleyip bunda ısrar etti.

            Üçüncüsü Burke sık sık gerici yaftası yemiştir.  Bir keresinde Isaiah Berlin bile onun gerici olduğunu ilan etmiş, ama Burke nin biyografi yazarı hemşehrisi İrlandalı Conor Cruise O’Brien’den haklı ve şiddetli bir zılgıt yemiştir. Burke aristokratik ya da monarşik bir düzene dönmenin savunucusu ya da avukatı değildi. Kendi zamanında İngiltere’de olan aristokratik,  ticari, oligarşik ve demokratik unsurları meczeden karma sistemi savunuyordu.  Bu Sanayi Devriminin epey mesafe aldığı bir toplumdu ve Burke Adam Smith’in hem dostu hem hayranıydı.  Bu hayranlık karşılıklıydı: Bir keresinde Smith Milletlerin Zenginliği adlı eserini Burke kadar anlayan çıkmadığını söylemiş Burke de “mutlak sonuçları itibariyle” kitabın o zamana kadar yazılmış en önemli kitap” olduğundan bahsetmişti.

 

            Dahası Burke Amerikan kolonilerini İngiliz idaresine karşı beliğ bir üslupla savunmuş ve onların tüm isteklerinin, haklı isteklerinin İngilizlerin geleneksel hakları olduğu üzerinde ısrarla durmuştur. Aynı belagat ve büyük kararlılıkla Hint Alt kıtasındaki nüfusun hak ve adetlerini Warren Hastings ve Doğu Hint Şirketinin yağma, yozlaşma ve aç gözlülüğü diye ifade ettiği unsurlara karşı mücadele vermiştir. Tabii ki muhafazakâr olarak Üçüncü George’un monarşik iktidarı tekrar temin ve güçlendirme çabalarında muhalifti.

            Bütün reformlara karşı çıkmak şöyle dursun, “Değişim için bir kısım vasıtası olmayan devlet kendini muhafaza vasıtası olmayan devlettir” diye ısrar ediyordu.  Mesele reform yapmak ya da ona karşı olmak değil, ama reformun kolay ve basit bir mesele olduğu ihtiras ve toptancı mantıkla olacağı görüşü ile bunun bir yüzyıl gerektirdiği ve en iyi tedrici olarak ve ilerledikçe zemini yoklayarak yapılması gerektiği görüşü arasındaydı.

            Burke’nin bazen erki elinde tutanların bazen erke karşı olanların hatta ona başkaldıranların tarafını tuttuğu, onun tutarsız ve fırsatçı olduğu suçlamalarına yol açmıştır.  Özellikle bu suçlama çok temelsizdir. Burke sonunda kadar istikrarlıydı: kim suiistimal ederse etsin iktidarın suiistimal edilmesinin karşısındaydı; ister kral olsun, ister ahlaksız bir şirket, isterse entelektüel veya kuru kalabalıklar fark etmezdi.  Diğer bir biyografi yazarı liberal John Morley onun cephesini sık sık değiştirdiğini, ama durduğu yeri hiç değiştirmediğini söylemekle bunu en iyi şekilde anlatmıştır.     

           

Muhafazakârlık Yeni-muhafazakârlık

            Ne zaman ve ne gibi durumlarda muhafazakâr fikirler tutarlı ve cazip olurlar? Bu soruya alışılagelmiş ve aşikâr cevabı Michael Oakeshott vermektedir:  Tadına varacak şeyler çok olduğu ve tadın tadına vardığınız şeylerin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu hissiyle birleştiği zaman. İşte bu tatların ve muhafazakârlığı harekete geçiren korkunun bileşkesidir.

            Bu bakış inandırıcı gelir insana ta ki şunları hesaba kadar: Eğer birisi diyelim liberal, sosyal demokrat ya da kapitalist toplumda yaşıyor ve bundan hoşlanıyorsa ve o toplum aniden bir tehdide maruz kalırsa insan neden onu liberal, sosyal demokrat veya kapitalist argümanlarla savunamasın? Muhafazakâr argümanlara insanın neden ihtiyacı olsun?

            Bu soruya ilginç bir cevabı, kendisini akademik çevrelerin ötesinde bir şöhrete kavuşturan Medeniyetler Çatışmasını yazmadan kırk yıl kadar önce çiçeği burnunda olan Samuel Huntington geliştirdi.  American Political Science Review' da 1957 de yayımlanan “Bir İdeoloji Olarak Muhafazakârlık” adlı makalesinde Huntington şu gözlemi yapmaktadır: hemen hemen diğer bütün ideolojilerin aksine muhafazakârlık ideal bir toplum anlayışı sunmaz.  Muhafazakâr bir tek Ütopya yoktur.  Aslında muhafazakârlığın sağlam bir kurumsal muhtevası da yoktur.  Muhafazakârlık gelenekselden feodale ondan liberal ve kapitalist ve sosyal demokrat olana kadar her türlü farklı kurumsal düzenleme çeşitlerini savunmak için kullanıla gelmiştir ve kullanılabilir.  Çünkü muhafazakârlık muhteva ile usulle ilgilidir; özellikle siyasi kurumları etkiledikleri zaman değişim ve istikrar ilgilidir. Sıklıkla ifade edildiğinin aksine, onun tersi liberalizm değil kendisi de değişim isteyen radikalizmdir. Muhafazakârlık ortaya ani değişikliklerin zorluk ve tehlikesini, istikrar, devamlılık ve tasarrufun önemini vurgulayan argümanlar sürer, radikalizm ise yenileşmeye ve değişimi kucaklama cüretkârlığına dair heyecan ve iyimserlik ifade ederler. 

            Peki, muhafazakârlık ne zaman münasip bir ideoloji olur?  Huntington bunun yoğun ideolojik ve sosyal çatışmasın bir mahsulü olduğunu, uzlaşmanın çatladığı ve mevcut kurumsal düzenin artık kendi yapısıyla savunulamadığı durumlarda olduğunu savunmaktadır. “Muhalifler mevcut ideoloji ile esasta ters düşer ve daha temelde farklı değerler konusunda bastırırlarsa, ortak müzakere zemini yok olur.”  Mesela diyelim ki reddedilen değerler liberal değerler ve kurumların ta kendisi olsun. O halde bu değerleri savunmak için onlara müracaat etmenin anlamı yoktur. İşte burada, sırf yerleşmiş olduğu için yerleşik kurumları savunan bizi zararlı etkilere ve onları alaşağı etmenin beklenmedik sonuçlarına karşı uyaran muhafazakâr argümanlar burada vazgeçilmezdir.

            Radikalizm hüküm sürmeye başlayınca, onlara karşı durmak için muhafazakâr argümanlara müracaat etmelidir. Hatırlarsanız Huntington’un 1950'lerde ileri sürdüğü fikirde hassaten önemli olan nokta 1960'ların hemen akabinde olacakları hem öncesinde neredeyse birebir tahmin etmesidir. O yıllarda başlangıçta Vatandaşlık Hakları Hareketi ve Vietnam Savaşına karşı çıkan protesto hareketleriyle bağlantılı ani ve güçlü radikal hareketler vardı.  Fakat hızla mecrasında çıkarak Amerikan toplumunun dokusunu tamamen reddetmeye yöneldi (Amerika büyük K ile yazılıyordu). Amerikan Yeni Düzen Liberalizmi “Soğuk Savaş Liberalizmi” yaftasıyla reddedildi ya da daha kötüsü radikaller marş marş diye kurumlara yöneldiler. 

            İşte bu durum karşısında çoğu New York’taki entelektüel Yahudi cemaatinin önemli üyelerinden olan hemen tamamı Demokrat Partili üyelerden müteşekkil liberal entelektüel bir grup radikal hareketler klasik muhafazakâr argümanlarla Amerikan kurum ve değerlerini savunmak için muhalefet ettiler.  Böyle yaptıkları için sol cenahtan eleştirilere maruz kaldılar ve  “Yeni Muhafazakâr” yaftası yediler. Bu hakaret anlamı taşıyordu, fakat Yeni Muhafazakârlığı babası Irving Kristol ve meslektaşları tarafından hüsn-ü kabul gördü. 

            Nasıl tanımlandıkları önemli değil, ama gerçek olan bir şey var ki, Amerikan siyasetinde önemli bir güç oldular ve öyle kaldılar. Çokları Cumhuriyetçi Partiye katıldı.  Washington’un düşünce havuzuna (think tank) yerleştiler. Sağda az rastlana bir özellik olan entelektüel ve söz dalaşı hünerlerini beraberlerinde getirdiler ve 1980lere gelindiğinde soldaki entelektüel girişim gücünü ellerine geçirdiler. Huntington’un olduğu gibi, bir siyaset bilimcinin tezlerini böylesine güçlü delillerle destekleyen duruma az rastlanır.  

            Peki din ve muhafazakârlık arasında ne gibi bir illiyet vardır?  Bütün muhafazakârlar dindar değildir.  Burke dindardı, ama Hume değildi. Oakeshott dindar değildi, ama Kristol öyledir.  Ama ister inansın ister inanmasın muhafazakârların hemen tamamı dine bir istikrar unsuru olarak büyük önem atfederler ki öyledir ya da olabilir.  Mevcut düzen kutsallaştırıldığı ve Tanrının iradesinin bir tecellisi olarak görüldüğü sürece açıktır ki kendi de güçlenecektir.  Ahirette ödüller vaat ettiği ölçüde insanların saldıran ve bencil içgüdülerine gem vurabilir ve insanların bu mukadderat çizgisine konumuna isyan etmek yerine onunla barışık yaşamalarını sağlayabilir. Çokları Irvin Kristol’le muhafazakârlığın en önemli direğinin din olduğu konusunda hemfikirdirler. Çünkü uzun vadede “insanların karakterinim şekillendiren ve motivasyonlarına yön çizen tek güçtür o.”

            Bütün toplumun dini aynı olduğu sürece bu gerçekten güçlü bir illiyet bağı olabilir. Bunların yanında tarihin bazı dönemlerinde dinin istikrar bozucu bir etkisi olduğunu ve özellikle dini ayrılıklar olduğunda bunu geçerlik kazandığı hatırlamakta yarar vardır.  Yirminci yüzyıla kadar Avrupa’nın yaşadığı en korkunç olanı Otuz Yıl Savaşlarıydı.  İngiltere'de 17. yüzyıldaki iç savaşta ve monarşinin geçici olarak ilga edilmesinde önemli bir rol oynadı. Dini ciddiye alırsanız ve birden fazla din yorumu varsa, din birleştirici olmak bir yana korkunç bir karmaşa nedeni olabilir. Avrupa topluluklarının Müslüman unsurları önem kazandıkça Avrupa'daki Müslüman nüfus Hıristiyan Avrupalılardan daha çok arttıkça bunu akılda tutmakta yarar vardır. 

            Çok dindar ve muhafazakâr olan T. S. Eliot bir keresinde şunu düşünmüştür: “Mutlak olarak hasım dinler hasım kültürler anlamına gelir; mutlak anlamda dinler uzlaştırılamazlar.”

            Genelde muhafazakârlar ve özelde yeni muhafazakârlar bugün bir başka meseleyle karşı karşıyadırlar. Muhafaza ve müdafaa etmek için kafa patlattıkları toplum kapitalist toplumdur. Kapitalizm devasa fırsatlar sunar.  Kapitalizm aynı zamanda büyük bir değişim makinesidir. David Schumpeter’ın meşhur ifadesiyle “yaratıcı bir yıkım”a dayanır ve öyle çalışır. Yeni sanayiler ve neredeyse bir gecede eski sanayileri yok eder ve dolayısıyla eski toplumları. İstikrar değil, hareket ister.  Fiziki çevreye zarar verir.  Çoğu açıdan geleneksel toplumsal yapısıyla uyuşmayan bir pop kültürü yaratmış ve kendi gücüyle beslemiştir.  Bütün siyasi ve sosyal kurumları karıştırır ve yoğun bir sorgulamaya tabi tutar. 

            Böylesine bir sistem ve muhafazakârlık nasıl uyum sağlar? Bu Amerikalı muhafazakârların mütemadiyen cedelleştikleri bir meseledir.  Amerikan kapitalizmini işlevsel idealini kutlarken bile etrafında onun ürünlerini görüp üzülmektedirler. Sanırım güzel Amerika'nın çirkin ve rüküş Amerika’ya eninde sonunda galebe çalacağına dair bir inançtır temelde bu.  Toplumdaki kendini düzelte mekanizmalarının kendini vakfetmiş bir destekle sorunu çözeceği inancı.      

               Fakat çözmese de muhafazakârlar fıtrat itibariyle uzatmalı kayıp davalarla savaşmaya meyillidirler.  Fıtraten karamsar oldukları için karamsarlığa alışıktırlar ve “eğer ilk defada beceremiyorsan koyuver gitsin” anlayışını kabule yanaşmazlar.  Mütemadiyen deneyeceklerdir.

            Peki, bugünün dünyasında muhafazakârlığın geçerli olduğu başka yönler var mıdır?  Avustralya’ya bakıldığında ülkenin son on yıllık dilimlerde ekonomiden kültürel siyasetine yasal sistemin işleyişinden bu değişiklerin uygulanmasına, göçmen siyasetine, nüfus yapısında özellikle büyük şehirlerde çok büyük değişiklikler geçirdiği açıkça görülecektir.  Bu noktaya kadar Avustralya siyasi sistemi ve kurumları bu değişikliklerle iyi başa çıkacak gibi görünüyor.  Bazı gerilim noktaları var tabii: bir tarafta Hansonist kaba sağcı radikaliz ve diğer tarafta ise “Avustralyalı olmaktan utanç duyuyorum” taifesi.  Fakat sistemi tehdit eden kayda değer bir şey yok.

            Peki, dünyanın diğer taraflarında ahval nasıldır?  Bir tarafta Avrupa Birliği var.  Kıtanın siyasi yapısını tamamını ve kıta milli devletlerinin niteliğini, yasalarını, parasını, kurumlarını inanılmaz bir cüretkârlıkla ve radikal hamleler yaparak değiştirip teknokrat ve bürokratların hayal ve empoze ettikleri tek bir sistemi yerine ikame etmeye çalışmaktadır.  Bütün bunlar çok farklı gelenekleri ve sistemleri, ortak dili olmayan bir kıtada olmaktadır.  Projenin tamamı demokratik kontrol ve halk desteği olmayan seçkinler mühendisliğinin bazen Avrupa halkına projenin esası yalanlar söyleyerek teşkil edilmiştir.  Bazı ülkelerde, özellikle İngiltere’de güçlü bir direniş olmuştur, fakat işler ciddi manada kötü giderse muhalefet öyle zapt edilmez boyutlara ulaşırsa sorumlu seçkinlerin kredisi tamamen sıfıra inebilir ve tepedeki erki geçersiz kılabilir.

            Günümüze gelecek olursak, şimdilerde ülkesini Irak’ta “millet oluşturma”nın yanında Ortadoğu’da “bölge oluşturma”ya yani mevcut yapılarda demokratik sistemlerin yaratılmasıyla değişime adamış bir Amerika başkanımız var.  Demokratik kurum, davranış ve düşünce şekillerinin bu tür gelenekleri ve tecrübeleri olmayan ülkelerde hem de birkaç yıl içinde tesis edilmesini kanısı baştan sona muhafazakârlıktan uzak hatta radikal bir kanıdır.  Muhafazakârlar geleneksel olarak siyasi kurumların yavaş ve dışarıdan empoze ederek değil organik olarak olgunlaşması gerektiğine inanmışladır. Lakin demokrasi ihraç etmenin en ateşli savunucuları Amerikalı yeni muhafazakârlardır ki bu belki de onların geçmişteki düşünce tarzlarından kopmalarının gereğinden az olduğu anlamına gelmektedir.

            Amerika ve “imparatorluk” kelimesi artan oranda aynı cümle içinde ve büyüyen küskünlükle beraber anılırken, Edmund Burke’nin İngiliz İmparatorluğu 1770'lerde gücünün zirvesindeyken, İngiltere Kısa zaman önce Kuzey Amerika’yı ve Hindistan’ı imparatorluğunu katmış ve ekonomisi dünyada en büyük iken ve denizlere hâkimken söylediği bir şeyi hatırlamakta yarar vardır.  Yani İngiltere bugün Amerika’nın işgal ettiği mevkiden çok da farklı olmayan bir mevkideyken. Bütün bu gücü düşünerek Burke bugünkü durum için de geçerli görünen bir ikazını telaffuz eder:

 

Hırsa karşı tedbirler arasında, kendi hırsımıza karşı da tedbir almak yanlış olmaz.  Adil bir şekilde derim ki ben kendi gücümüzden ve hırsımızdan çekiniyorum. Birilerinin bizden çekinmelerinden çekiniyorum... Diyebiliriz ki bu şu ana kadar eşi menendi görülmemiş hayret uyandıran gücü kötüye kullanmayacağız.  Ama her millet öyle yapacağımızı düşünecek.  Ama er ya da geç bu hal ve gidişat bize karşı bizim felaketimizle sonuçlanacak bir birlik teşkil edecektir diye düşünmek hiç de mantıksızca düşünmek değildir.     

              

 

 

  

Neler Söylendi?

DİĞER YAZILARI MUHSİN BAŞKAN Mum Titrer Hanemizde Ülkücülük CHP'yi Ne Zaman Sevdim İSLAMCILIKLA MÜSLÜMANI, TÜRKÇÜLÜKLE TÜRKÜ YABANCILAMAK SOSYAL MEDYANIN SOS'LARI PARALEL YAPI Bosna'daki Türk Üniversitesi: IUS DER SPİEGEL "BOYUN EĞME" DİYOR DEVRİM Mİ DEDİNİZ? BİRLİK VE BERABERLİK NEDİR? DİL TARİH VE İDEOLOJİ AYNAYI ARAMAK... MAKULLER AKİLLERE KARŞI VEDA HUTBESİNİ OKURKEN HİNLİK VE HAİNLİK ÖTESİNDE TARİHE BAKMAK ALPEREN OLMAK BİR HİLAL BİR İHTİLALDİR DELİLİĞE ÖVGÜ AŞK'A DAİR YAKLAŞIMLAR BİLİM, İDEOLOJİ VE DARVİNİZME DAİR YALAN DÜNYADA GERÇEK TARİH OLUR MU? DELİ DUMRUL'UN KÖPRÜSÜ ORTAYA KARIŞIK HALLERİMİZ EFKAR VE HERZELER YUSUF, ŞEHİR VE TABUYA DAİR EĞİTİME NEDEN HAYIR? EFKAR VE HERZELER "ADAMLARIN" PLANI HER ZAMAN TUTAR MI? İNGİLİZ'CE KONUŞMAK... BEN ÖLÜNCE KİM KALIR? BİLMENİN MALİYETİ NEDİR? BU ÜLKEYİ ANLAMAK... NİYET TAVŞANLARI VE TARİH ŞERİF MARDİN VE CUMHURİYETİN GETTOLARI FERMAN VE FETVA BAYRAMLARDAN BAYRAM BEĞENMEK AŞKIN BAR/KODU MEVSİM SONU İNDİRİMLİ LİBERALCİLİK YOL DA İÇİMİZDE SEYYAH DA! OSMANLI NE ZAMAN ÖLDÜ? SÜRGÜN KAYIP MEDENİYETİ ARARKEN... KÜRDİSTANA DAHA NASIL YARDIMCI OLABİLİRİZ? İKİNCİ YEŞİL KUŞAK PROJESİ MHP NEREYE GİDİYOR? NASIL BİR GENÇLİK? KİM KORKAR EBU ZER'DEN? MEHDİ NE ZAMAN GELECEK? "GÜZEL VE YALNIZ ÜLKE"YE Milliyetçilik ve Kürtler İLETİŞİM VE PROPAGANDA BATILILAŞMAK TWITTER'DA KENDİMİZİ OKUMAK "DANIMARKA ÜLKESİNDE KOKUŞAN ŞEYLER" BİSİKLETİN İSLAMİ OLANI FİRAVUN VE HİÇ'LİK KAMUSAL ALAN DÖNÜŞTÜ MÜ? KADIN, ŞEYTAN VE ÖLÜM ÇEVRİM İÇİ AHLAK ÖLÜM VE YAŞAMA KORKUSU KISKANÇLIĞIN KISKAÇLARI 11 Eylül ve ABD YA 12 EYLÜL SONRASI? Korku ve alkışlar arasında Ortadoğu AYDIN, MÜNEVVER VE ENTELEKTÜEL ORTADOĞU'DA OLANLARI ANLAMAK KAVGA NEREDE? KAVGA NEREDE? ORTADOĞU'NUN YENİDEN TASARIMI SUSMAK, PUSMAK VE BİRLİK DİL VE TARİH KAVGAMIZ HOLİGARŞİ Said Nursi ve Cemaat algısı Size “İslamî alt-çevre” diyebilir miyim, “abi”? TÜRK LİBERALİZMİ AŞK MI MAŞUK OLAN? DİN'ERCİLİK SİVİL İTAATSİZLİK NEDİR? NEDEN KÜRT ÇALIŞMALARI ENSTİTÜSÜ? DEĞİŞİM İDEOLOJİSİ VE LİBERAL PROPAGANDA 12 EYLÜL SONRASI UZLAŞMA LİBERAL STATÜKOCULUK UYKUYU ÖLDÜRMEK "EKSİK ETEK" BABİL, DİL VE PROPAGANDA DENKTAŞ'IN ÖLÜMÜ AİKİDO VE "KÜRDİSTAN" DEĞİŞİM TÜRKÇE VE İDEOLOJİ "KASIMPAŞALI" BAŞBAKAN "İBRAHİMİ DİNLER" BİLİMLE DİNİ UYUŞTURMAK KOLTUĞA OTURAN VE KOLTUĞUN OTURDUĞU İNSAN TEMCİT PİLAVI VE YENİ OSMANLI RODRİGEZ NEDEN LİBERAL OLAMAZ? BEN'SİZLİĞE ŞİİR TOPKAPI'DAN DOLMABAHÇE'YE DÜŞERKEN ERBAKAN'I ÖZLERKEN MÜSLÜMAN VE İSLAMCI İSLAM VE FEMİNİZM KAÇIRILAN GÜNDEM BIDEN NOTLARI DEMOKRASİDE KİM KİM ÖPÜYOR ARAF'TA TARİHLERDEN TARİH BEĞENMEK İKİNCİ YEŞİL KUŞAK PROJESİ ARAFTAKİNİ ÖZLEMEK Hayatta Sürgün Olmak AKADEMİSYENLİK KÜRESEL KARADUL TEFRİKALARI GÜNCELLENEN MESİHİ BEKLERKEN TÜRKİYE KOLTUK, TURNUSOL VE KİMLİK BOSNA'DA BİR TÜRK ÜNİVERSİTESİ KOVBOY MEHTERANLA JAZZ ÇALARKEN Amerika ve Anti-Amerikan Kimlikler AMERİKAN KİMLİĞİ VE ŞEYTANLARI DÖNÜLMEZ AKŞAMIN UFKUNDAYIZ KUTLU VEDA DEĞİŞİMİN TÜRKÇESİ VE UYANIŞ TANRI, İNSAN VE TAKVİM ÖDLEK ÖCÜNÜ ALDI MI? Millet Olabildik mi? Zaman, medeniyet ve din Zaman, medeniyet ve din Mehdi’yi beklerken ORTADOĞU VE YENİ İNSAN Kediler, Fareler ve Vatan Kürşat olma vaktidir Gülün Adı, Kadın ve Takva İslamo-Amerikancılık EBCET, CİFR VE TARİH SÜBJEKTİF OLMANIN FAZİLETİ DİPLOMASİMİZ NEREYE? İSTİKLAL MARŞI YENİDEN YAZILABİLİR Mİ? KOKUŞAN BİR ŞEYLER VAR! KÜRESEL KARADULUN AĞLARINDA "Yeni Osmanlı"nın Yeni Haçlılara Yardım Tezkeresi KATLİAMERİKA MAHALLE, BASKILAŞIM VE FİKİR NAMUSU YARASANIN ÇIĞLIĞI VE DİPLOMASİ Ay lav yu, Cani! AŞKIN HALLERİ DOKUZ HECELİLER FİRAVUN... Kadın'ım... 28 Şubat ve Erbakan KADDAFİ'DEN KESESİ Ve Yine Karşınızda Renan, Sykes ve Picot Democoupracy mübarek olsun! FULL'er Yapalım mı, Abi? Ortadoğu'da Sezaryen Mısır'da Karaoke Devrimi Mısır'ı Okurken Obama ve ikinci yeşil kuşak projesi (I) Bir Ortadoğu Masalı Mutlu Oligarşiden Kutlu Oligarşiye Ey zahit, şaraba eyle ihtiram! Bilinç ve Sürgün İbrahim, devir içimdeki putları! İdeolojik dil ve Teolojik Tarih Pardon, Size Demokrasi Diyebilir miyim? Paralel Evren, Küresel İslamcılık Erkekler ne zaman "adam" olur? "Millî" Küreselleşme? AK'Kışşş Kimliklerin Kurdu “Hiç” i öğrenmek GELENEK VE MANKURT Küresel tapınak, yerel rahipler ve Hipnoz Çift-düşün, yeni-konuş! Batı'yı ararken... Aforoz’malar… Halife Ömer Hayek’i ne zaman okumuştu? AĞLAMAKTAN ÇAĞLAMAYA DOĞRU KÜRT'AJ Shalom, Kürdistan! İstiklal marşını yeniden yazmak İslam, Millet, Hilafet ve Siyaset Amerika düşmansız olabilir mi? Mustafa Reşit Paşa'ya Mektup Keşif... Babil’in dil’beri Medeniyetlerin neyi çatışıyordu? Tarihi hangi hikâyeci yazar? Zihin Kontrolü ve Kült YUMURTANIN AK'I, SARISI Ebu Zer’in günlüğü Her şey zıddı ile mi kaim? Melamilik “marka” mıdır? Melâmilik Bir ayrılık, bir yalnızlık, bir ölüm AŞKA DAİR NE VARSA Medya medyumluğu ve wikisızmalar Türkiye, İran ve Dünya Barışı Muhafazakârlık “marka”sı? Füze ümütz! “Van münütz!” Çin'in hafızası ve küresel sistem Kutlu veda Öznellik Öz’neliktir! Hz. İnsan, Hz. Peygamber ve emanet Said Nursi ve tesettür İmam, Örtünme ve Nur Suresi Din duble “yol” mu demekti? Gelenek, mankurt ve reform Aylardan şubat günlerden cuma Alaturkalıktan Kolaturkalığa gelenek Gelenek mürtedi ve kimlik Namus, Kanun ve Fazilete Dair İman "terakkiye" destek midir? Yılmayacağız... ÜÇ TARZ-I MAHALLE VE HAL Hoş geldin, Şeytan! OSMANLI VE NEO-OSMANLI DAYILAR VE DAYILANMALAR Türkiye’de muhafazakârlık ve Dr. Faustus Tesettür neyi örtüyor? Milat oluşturmak Yahudilik bir din mi yoksa ırk mıdır? Tarih satrancını asıl kim oynuyor? Mahalle ve getto Tanrı, totem ve muta nikahı Orta Doğu’mların ebesi ŞOFÖR MAHALLİ BASKISI KÜRESEL İSLAMCILIK RENAN'I VE KENDİMİZİ AŞMAK Medine Vesikası Türk solculuğu ve İslamcılığı Batı’k düşüncelerin Doğu’şu BATI'NIN DEĞERLERİ EVRENSEL MİDİR? NEO-MUHAFAZAKÂRLIK VE YİN-YANG Karadul KEDİLER VE FARELER “Erkekliğin” yasası, “kadınlığın” tasası ON ADIMDA LİBERAL OLMA TÜYOLARI Neden Federasyon? Kaburga kemiklerimdeki sızı? Ortadoğu ve Darbeler "Küreselleşme "millet"e neden karşıdır? TURNUSOL Ya 12 Eylül sonrası? (II) Ya 12 Eylül sonrası? 12 Eylül darbesine nasıl gelmiştik? (II) 12 Eylül darbesine nasıl gelmiştik? (I) Kim ne der? Ne zaman ki…