https://www.egemengazetesi.com/files/uploads/user/0e42907936.jpg
Metin BOSNAK

SİVİL İTAATSİZLİK NEDİR?

26-04-2022 01:49

 

 

 

 

                                                                       

                                    Henry David Thoreau ve "Sivil İtaatsizlik"[1]

           

            H. David Thoreau (1817-1862) yılları arasında yaşamış bir Amerikalı deneme yazarı ve şairdir.   Concord Massachusetts'de doğdu; Harvard'da eğitim gördü.  Thoreau kariyerine öğretmen olarak başladı.  Kendinden yaşlı olan dostu ve komşusu Ralph Waldo Emerson aracılığıyla Transcendentalist akıma katıldı.  The Dial'ın editörlüğünü yürüttü.  1845'te Walden Pond'da Emerson'un arazisi üzerinde bir kulübe inşa etti ve buradaki hatıralarını 1849'da yayımlanan Concord ve Merrimack Irmaklarında Bir Hafta adlı eserinde topladı.  Walden'da kaldığı süre içinde Thoreau, kelle vergisi ödemediği için bir günlüğüne hapse atıldı.  Aşağıda okuyacağınız denemesini Meksika Savaşını protesto etmek için yazdı.  "Köleliğe ve Kaçak Köle Kanunu"na da karşıydı.   Hayranlık uyandıran görüşlerine rağmen Thoreau'nun sağlığında yayımlanan her iki kitabı da ilgi görmedi; yayıncılar satılmayan kitapları kendisine iade ettiler. Hatta bu durum karşısında Thoreau'nun şöyle dediği rivayet edilir: "Yaklaşık 900 kitaptan oluşan bir kütüphanem var; 700'den fazlasını benim yazdıklarım oluşturuyor."  Denemenin kendisi gerekli her şeyi söylediği için daha fazla söze gerek yok diyor ve Türk okurların Thoreau'yu daha iyi anlayacağını ve takdir edeceğini ümit ediyorum. Umarım “sivil itaatsizlik” kavramının gündeme geldiği şu günlerde kavramı anlamaya yardımcı olur.

                                               

                                                Sivil İtaatsizlik 

            "En az yöneten devlet, en iyi devlettir"[2] düsturuna yürekten inanıyor ve bunun daha hızlı ve sistemli uygulandığını görmek istiyorum.  Uygulamaya konulduğunda bu, "hiç yönetmeyen devlet en iyi devlettir" noktasına varır ki, ben de bu kanıdayım.  İnsanlar buna hazır olduklarında,  yönetildikleri devlet türü böyle olacaktır.  Devlet, sonuç olarak amaca varmakta kullanılan kestirme bir yoldur sadece.  Fakat devletlerin çoğu genellikle bütün devletler bazen gereksizdir.  Daimi orduya itirazlar olmuştur ve bunlar çok ağır nitelikli olup sürüp gitmekte haklıdırlar. Aynı itirazlar devlete de yöneltilebilir.  Daimi ordu, sadece ve sadece daimi devletin bir organıdır. Bizzat devletin -ki, sadece insanların isteklerini yerine getirmek için vardır--kötüye kullanılması muhtemeldir ve insanlar onun aracılığıyla harekete geçene kadar yolundan saptırılma ihtimali vardır.            Sürüp gitmekte olan Meksika harbine bakın; işbaşındaki hükümeti birkaç kişi araç olarak kullanıyor, çünkü halka sorsalar bu savaşa rıza göstermeyecekti.[3]  Yeni olmasına rağmen işbaşındaki Amerikan devleti, esasen sürüp gitmekte olan bir gelenekten başka nedir ki? Kendisini gelecek nesillere kusursuz göstermeğe çalışırken, her dakika dürüstlüğünden bir şeyler kaybetmiyor mu? Onda yaşayan bir insanın gücü ve canlılığı yoktur, zira tek bir adam, onu kendi amaçları doğrultusunda eğip bükebilir.   Bizzat kendisi insanlara yöneltilmiş tahta bir silahtır, ama gereksiz de değildir.  Çünkü halkın zihnindeki devlet fikrini tatmin etmek için şu veya bu şekilde, bu karmaşık mekanizmaya sahip olması ve onun gürültüsünü dinleyerek mutlu olması gerekir. Böylelikle, devletler insanların ve hatta kendilerinin bizzat kendi çıkarları konusunda nasıl etki altına alınabileceklerini göstermektedir; kabul etmeliyiz ki bu harika bir şeydir. Ama bu devlet bizzat kendini yoldan çıkaran şevk haricinde hiçbir zaman kendi başına bir teşebbüsü ilerletme gücünü gösterememiştir. Ne ülkeyi hür olarak muhafaza ediyor, ne de Vahşi Batı'yı ehlileştiriyor.  Eğitim yapmıyor.  Başarılan her şeyi yapan esasen Amerikan halkında mevcut olan karakterin ta kendisidir; öyle ki eğer devlet yoluna çıkmasaydı halk daha fazlasını yapabilirdi. Zira devlet, insanların kendisi aracılığıyla birbirlerini yalnızlığa terk etmeyi gönüllü olarak başardığı bir araçtır ve söylediği gibi, yönetilenler en gerekli olduğu zamanlarda, onun aracılığı ile yalnız bırakılmaktadır.  Eğer ticaret ve takas usulü alışverişin lastik top misali tabiatı olmasaydı, kanun koyucuların önlerine diktiği engelleri zıplayıp aşamazlardı.  Ve birisi çıkıp bu insanları sadece niyetleriyle değil de tamamen davranışlarının sonuçlarıyla yargılasa, onlar ancak demiryollarının üstüne barikatlar kuran yol kesici haydutlar gibi muamele görmeye ve cezalandırılmaya müstahak olurlar.

            Fakat kendilerini devlet yanlısı görmeyen insanların aksine, bir vatandaş olarak gerçeği söylemek gerekirse, "hiçbir devleti istemiyorum" yerine "daha iyi bir devlet istiyorum" derim.  Bırakınız, kim ne tür bir devlete saygı duyduğunu ifade etsin; böylece onu elde etmeye doğru bir adım atılmış olacaktır.

            Ne de olsa insanların elindeki gücün, kendilerini yönetmeleri için bir çoğunluğa teslim edilmesi ve bunun sürüp gitmesinin gerçek nedeni, muhtemelen haklı olmaları ya da azınlıktakiler açısından bunun adil olması değil, fiziki olarak onların en güçlü olmalarıdır.  Ama çoğunluğun onayını almış bir yönetim, insanların anladığı kadarıyla bile her halükarda adalet temeli dayalı demek değildir.   Çoğunluk idaresinin sadece politik yürütmenin uygulanabilirliği konusunda karar verdiği, ama herşeyin doğru ve yanlışlığını vicdanın kararlaştırdığı bir devlet düşünülemez mi?  Vatandaş vicdanını arasıra veya istisnai hallerde de olsa bir kanun yapıcıya devretmek zorunda mıdır?  Eğer öyleyse niçin herkesin bir vicdanı var?  Ben önce insan sonra tebaa olmamız gerektiğini düşünüyorum.  Kanuna saygı göstermeyi öğretmek, doğruya saygılı olmayı öğretmek kadar cazip değildir.  Yükümlü olduğum tek zorunlu şey, her zaman doğru bildiğim şeyi yapmaktan ibarettir.  Haklı olarak denilmiştir ki, "bir şirketin vicdanı yoktur," fakat "vicdanlı kişilerden oluşan bir şirket vicdanlı bir şirkettir."  Kanunlar hiçbir zaman insanı daha adil kılamamıştır ve kanuna saygıları yüzünden iyi niyetli insanlar dahi günden güne bir adaletsizlik unsuru olup çıkmaktadırlar.  Kanuna körü körüne saygının tabii ve genel sonucu olarak bir dizi asker, yüzbaşı, onbaşı ve neferin, barut taşıyıcıların ve benzerlerinin, hayranlık uyandıran bir düzen içinde vadi ve yamaçları aşıp iradeleri haricinde, dahası sağduyu ve vicdana aykırı olarak uygun adımlarla vadi ve yamaçları aşıp savaşa gittiğini görürsünüz.   Tepeler bitmez gibidir ve bu yürüyüş kalp çarpıntısına neden olur. Onlar bulaştıkları bu işin lanetli olduğundan şüphe etmezler; hepsi de barışa eğilimlidir.  Kimdi nedir bunlar?  İnsanlar mı?  Yoksa iktidardaki birkaç vicdansız adamın emrine amade küçük, hareketli kaleler ve cephane depoları mı?  Gidip savaş gemisi üreten tersaneleri gezin, alıcı gözüyle bir denizciye bakın.[4] O ancak Amerikan devletinin ortaya çıkarabileceği veya sihirle yaratabileceği --sadece bir gölge ve insanlık hatırası, dimdik ve dipdiri ayakta ve denebilir ki daha şimdiden cenaze merasimi eşliğinde silahlar altında gömülü olsa bile--bir insandır:

                       

                        Ne bir davul sesi duyuldu, ne bir cenaze duası

                        Cesedini sipere koştururken biz;

                        Bir asker olsun veda atışı yapmadı

                        Kahramanımızı gömdüğümüz mezar üstünde.[5]            

           

            İnsan kitleleri devlete esas itibariyle insan olarak değil, bedenleriyle makineler gibi hizmet etmektedirler.  Onlar daimi ordudur, milistir, gardiyandır, polistir ya da barışı korumakla görevli (posse comitatus) insanlar vesairedir.  Fakat hangi ahlaki mefhum ya da hükümle karşılaşırsa karşılaşsınlar, onlar için özgürce hareket etmek çoğu zaman söz konusu değildir.  Kendilerini ağaçla, taşla veya toprakla bir tutarlar; belki onların amaçlarına hizmet edebilecek ahşap insanlar da üretilebilir.  Bu gibiler, bir saman ya da pislik yığınından daha fazla hürmete layık değildir.  Değerleri at ve köpeklerinki kadardır.  Yine de böylelerine iyi vatandaş gözüyle bakılır.  Diğerleri--çoğu kanun yapıcı, politikacı, milletvekili, makam ve mevki sahipleri vb.--  devlete sadece kafalarıyla hizmet ederler; basiretleri bağlı olduğundan bu esnada şeytana kölelik etmeleri de mümkündür, Tanrı'ya da.  İçlerinden çok azı--kahramanlar, vatanseverler, şehitler, müspet anlamda reformcular ve halk-- devlete vicdanlarıyla da hizmet ederler ve haklı olarak çoğu kere devlete karşı koyarlar. Tabii ki devlet de bunlara düşman gözüyle bakar.  Akıllı bir insan sadece insan olarak faydalı olmayı düşünecek, "toprak" olmayı ve "rüzgârın girişini engellemek için bir deliği kapatmayı"  kabullenmeyecek ve o tür bir makamı hiç de kale almayacaktır:[6]                                                                                                                                                                                                            

 

                         Mal mülk sahibi,

                        Ve dünyadaki hiçbir hükümran devlete

                        Faydalı bir hizmetçi ya da alet 

                        Olmayacak kadar asilim.[7]              

           

            Kendini tamamen vatandaşlarına adayan birisi, onların gözünde faydasız ve bencildir.           Kendini onlara kısmen adayanları ise, dost ve velinimet ilan ederler.  Bugün insan nasıl olur da Amerikan devletine itaat eder?  Benim cevabım şu: Onunla özdeşleşen utanca ortak olmadan, hiç kimse Amerikan devletine itaat edemez.  Ben bir anlık da olsa,  aynı zamanda bir kölenin devleti olan bir siyasi teşkilatı kendi devletim olarak tanıyamam.

            Bütün insanlar,  zorbalık ve zulüm dayanılmaz boyutlara eriştiği zaman ihtilal hakkını, yani hükümete bağlılığı reddetme ve ona karşı direnme hakkını kabul ederler. Fakat kimse henüz o anın geldiğini söylemez. Onlara göre durum  '75 ihtilalinde öyleydi.[8]  Birisi ortaya atılıp bana bu hükümet kötüdür,  çünkü limana gelen bazı malları vergilendiriyor dese, büyük ihtimalle bu hususta yaygara koparmam, çünkü onlarsız da yaşayabilirim. Bütün makineler sürtünme etkisine tabidir ve muhtemelen bu sayede hayli kötülük önlenebilmektedir.  Yine de bu hususta yaygara koparmak büyük kötülüktür. Ama böyle bir sürtünme gücü makineye galebe çalmaya başlar,  zulüm ve soygunculuk örgütlenirse,  böyle bir makinenin hiç olmaması daha iyidir derim. Bir başka deyişle,  hürriyetin sığınağı olmayı üzerine almış bir milletin nüfusunun altıda biri köleyse ve bütün ülke adaletsizce idare ediliyor, yabancı bir ordunun istilasına uğruyor ve askeri kanunlara tabi tutuluyorsa,  sanırım namuslu insanların ayağa kalkıp ihtilal yapması uzak değildir.  Bu görevi daha da acil hale getiren gerçek, böyle yönetilen bir ülkenin değil,  bu ülkeyi istila eden ordunun bizim olmasıdır.

            Çoğunun gözünde ahlaki konularda bir uzman olan Paley,[9]  "Sivil Hükümete İtaat Görevi"   bahsinde "bütün vatandaşlık yükümlülüklerini, işin  doğru ya da yanlış olduğuna bakılmaksızın uygulanan politikalara bağlar ve şöyle devam eder: "Bütün topluluğun çıkarları gerektirip de, hükümete   karşı konulamadığı ve  halkı huzursuz etmeden değiştirilemediği sürece  artık  o  hükümete   itaat   etmemek Tanrı'nın emri  sayılır.  Bu  prensip kabul  edilince  isyanın  her halinin  hukuku,  bir  tarafta  ızdırabın  ve  tehlikenin,  diğer tarafta  hükümeti  ıslah etmenin mümkün olup olmadığına  ve  eğer mümkünse bunun yol açacağı masrafın hesap edilmesine  indirgenir.  Buna da herkes kendi başına karar vermek zorundadır."  Fakat Paley, bir  halkın  ya  da  ferdin neye mal  olursa  olsun  adil  olması gereken,   politika  kaidelerinin  işlemediği  durumları  hesaba katmamış  görünüyor. Ben haksız yere boğulan bir adamın  tutunduğu kalas parçasını elinden alırsam, kendim boğulacak olsam bile  onu iade  etmem gerekir.        Ama Paley'e göre, bu hiç de  uygun  değildir; boğulmaktan  kurtulması mümkün birisi hayatını kaybetse bile.[10]  Öyleyse bu halk, hayatına mal olsa bile Meksikalılarla savaşa son vermeli ve artık esir almamalıdır.

            Milletler  Paley'le  pratikte  hemfikirdir;  ama  hiç kimse şimdiki bunalımda Massachusetts'in tamamen doğru olanı yaptığına inanıyor mu?

           

                        Bir eyalet fahişesi, simli kumaştan sürtük,

                        Arkadan sürünen eteğini taşıtır ve sürükletir ruhunu pislikte.[11]

 

Pratikte  Massachusett'deki reform aleyhtarları,  Güney'deki yüzbin politikacı değil, buradaki, neye mal olursa olsun kölelere ve   Meksika'ya   hakşinas  davranmaya   henüz   hazır   olmayan, insanlıktan  çok  ticaret  ve ziraatle ilgili  yüzbin  tüccar  ve çiftçiden  ibarettir.  Ben uzaktaki düşmanlarla  değil,  içimizde olup da uzaktakilerle işbirliğine giren, onlarla ağız birliği edip onlara itaat eden ve onlar olmayınca çaresiz kalanlarla kavga  ediyorum.  Halk kitleleri henüz olgun değil demeye alışmışız.  Gelişme yavaş, çünkü azınlık materyal açısından çoğunluktan daha akıllı ve  daha iyi. insanların sizin kadar iyi olması bir yerde mutlak  iyiliğin olması kadar  önemli değil; çünkü bütün kitleyi  yoğuracak  olan odur.[12]  Fikren köleliğe ve savaşa karşı tavır alan binlerce  insan var;  fakat  kuvveden fiile geçmek için hiçbir şey  yapmazlar  ve kendilerini  Washington'la  Franklin'in evlatları addedip  elleri ceplerinde   oturarak,   "ne  yapacağımızı bilmiyoruz"    der   ve kıllarını bile  kıpırdatmazlar.  Bir de hürriyet  meselesini  serbest ticaret meselesine tercih edenler var ki, akşam yemeğinden sonra, Meksika'dan  gelen son haberler eşliğinde ve sakin  bir  edayla borsa  haberleri  okur ve her iki haberi de  hazmederek  uykuya dalarlar.  Bugün  vatanseverlerin ya da dürüst  insanların  borsa fiatı nedir? Tereddüt ederler, üzülürler, bazen dilekçe  verirler, ama ciddi ve etkili hiçbir şey yapamazlar. Bütün iyi niyetleriyle oturarak bir başkasının kötülükle savaşmasını beklerler; çok  çok ucuz  bir oy verir ve hak ellerinden savuşup  giderken  acınacak bir  tavır takınırlar. Bir tek faziletli insana mukabil  dokuzyüzdoksandokuz fazilet hamisi mevcut; ama  bir  şeyin  gerçek sahibiyle  uğraşmak  onun  geçici  muhafızıyla  uğraşmaktan  daha kolaydır.

            Oy vermek, dama veya satranç gibi hafif de olsa ahlaki  değeri olan bir kumara benzer; doğru veya yanlış hamleleri vardır ve tabiatı gereği her kumar, bahsi de yanında getirir.  Seçmenlerin karakteri   kumarda  bahis  konusu  edilemez.  Ben muhtemelen   doğru düşündüğüm  şekilde  oy  veririm,  fakat  doğrunun  hüküm   sürüp sürmeyeceği ile doğru dürüst ilgilenmem, onu çoğunluğa  bırakmaya razı olurum.  Dolayısıyla bu hususta duyulan sorumluluk,  sıradan bir işin sorumluluğundan farksızdır.  Oyu, doğru olan için kullanmak bile,  bir  çözüm olmaktan ziyade, acınacak  bir  şekilde  sadece doğrunun  hüküm sürmesi için temennide bulunmak  anlamını taşır.  Akıllı bir adam, hakkını tesadüflerin insafına terketmediği  gibi, onun  çoğunluk yardımıyla etkili olmasını da istemez.  Kitlelerin davranışında  pek  az  fazilet bulunabilir.  Çoğunluk  en  sonunda köleliğin  kaldırılması için oyuyla değiştirebileceği hiçbir  şey olmadığından  oy kullanacaktır.  işte o zaman  sadece  kendileri köle olacaklardır. Köleliğin kaldırılmasını hızlandırabilecek olanlar  sadece,  kendi oylarıyla özgürlüğünü ispatlayan kimselerdir.

            Baltimore'da ya da başka bir yerde başkan adayını seçmek  üzere, katılanların   çoğunluğunu editör ve profesyonel  politikacıların oluşturduğu  bir  kongre yapılacağını duydum.[13]  Fakat düşünüyorum  da, onların  verebilecekleri  karar,  bağımsız,  zeki  ve  saygıdeğer bir insanı ne  kadar  ilgilendirir?  Buna rağmen,  biz onun da bilgelik ve dürüstlüğünden istifade etmeyecek  miyiz?  Bazı bağımsız  oylara  ümit  bağlayamaz  mıyız?  Ülkede  bu  tür toplantılara katılamayan çok mu fazla kişi var? Ama hayır!  Onurlu insanlık   görevinden  hemen  vazgeçmiş,  ülkesinin   ondan   ümit kesmesine  sebep yokken, o ülkesinden ümit kesmiştir. Hemen  öyle rasgele  seçilen  adaylardan  birini  var  olan  tek  kişi  gibi kabul ediverir ve böylece kendisinin bir demagoğun amacı için ne  kadar uygun  olduğunu  ispatlar.  Onun oyu, satın  alınmış  olması çok mümkün   bir  yerli uşağın  ya  da hiçbir  prensibi olmayan   bir yabancınınkinden daha değerli değildir.  Kapı komşumun dediği gibi: "insan olup da kendisine laf anlatmanın deveye hendek atlakmaktan zor olan kişiye yazıklar olsun!"  Bu   ülkede   bin metrekareye  kaç  insan  düşüyor  acaba?  Bir  kişi  bile  değil.   Amerika,  insanların  bu boş topraklara  yerleşmesi  için  teşvik politikası izlemiyor  mu? Amerikalı insan, düşe düşe  yasama  organlarının gelişmesi  için aşikar bir beyinsizlik ve pervasız bir  öz-güvenle tanınan, dünyaya geldiğinde, daha rüştünü bile isbat etmeden  ilk ve  en  büyük derdi sosyal yardım kurumlarının iyi  tamir  edilip edilmediğini  merak eden ve muhtemelen dul ve  yetimlerin  himaye edilmesi  için  para  toplamayı dert  edinen,  kısaca  kendisini münasip  bir  şekilde  defnetmeye  söz  vermiş  Mutual  Insurance şirketinin  desteğiyle yaşayan bir Old Fellow (karşılıklı insancıl yardım cemaati) seviyesine gelmiştir.

            Ne kadar devasa olsa da, zulmün ortadan  kaldırılmasına kendini   vakfetmek elbetteki bir  insanın   görevi değildir.   Kendisini yeterince  meşgul eden başka problemleri pekala olabilir, ama en  azından bunları bir  tarafa bırakması ve uğraşması gereken  daha  geniş çaplı problemler olduğunu kabul etmekle görevlidir.  Benim en azından biribirlerinin omuzlarına basarak iş yürütmediklerini görmem gerekir.  Onun da kendi gailelerinin üstesinden gelebilmesi için öncelikle benim onun sırtından inmem gerekir.  Bakınız kadar çirkin tutarsızlıklara göz  yumuluyor! Bazı hemşehrilerimin şöyle dediğini duydum:  "Onların  bana  köle ayaklanmalarını bastırmam ya da Meksika'da savaşmam için emir vermeleri hoşuma gider; ama gör bakalım,  kılımı kıpırdatıyor muyum?"  Fakat bu adamların herbiri, doğrudan  bağlılık göstererek veya  en azından dolaylı olarak paralarıyla  kendilerini rahatlatacak   bir   bedel  keşfettiler.   Savaşı yapan zalim   bir   devleti desteklemeyi  reddetmeyenler,  zalim bir savaşta  çarpışmayı reddeden  askere alkış tutuyorlar. Kendi davranış ve otoritesini hiçe sayıp gözardı eden halk, sanki devlet pişman olmuş da günah işlediğinde kendisini cezalandırsın diye birini kiralamış, fakat günahlarını bir anlık terkedecek kadar pişman olmamış gibi, bu defa askeri övüyorlar.  Böylece Sivil Devlet ve Düzen adına neticede kendi rezilliğimizi kutsamak   ve  onu  sürdürmek  zorunda  kalıyoruz.  Günahın   ilk utancının  ardından  vurdumduymazlık geliyor; ahlakilikten uzaklık,   yerini ahlaksızlığa terkediyor ve sürdüğümüz hayatın varlık sebebini yok sayıyor.  

            Vahim   bir  hatayı sürdürebilmek  için,  tarafsız   olmaya azmetmiş,  menfaat  gözetmeyen  bir  fazilet  anlayışı  gerekir.  Vatanperverlik   faziletinin   genellikle   maruz   kaldığı   bu önemsiz   siteme  soyluların  da  maruz   kalması  kuvvetle muhtemeldir.  Devletin  izlediği  siyasete  karşı çıkarken  ona bağlılık sunup destek verenler, şüphesiz en vicdanlı destekçileri ve  fakat bir o kadar da reformun içindeki en büyük  engeli  teşkil ederler.  Bazı kimseler[14]  devlete, Birliği dağıtması ve  devlet başkanının[15]  emirlerine aldırış edilmemesi için başvuruda bulunuyorlar. Neden kendileri   harekete   geçerek  devletle   aralarındaki   birliği feshetmiyor ve hazineye vermeyi taahhüt ettikleri miktarı ödemeyi reddetmiyorlar?  Kendileri ile devlet arasındaki ilişki,  Devletle Birlik  arasındaki ilişkiyle aynı değil mi?  Kendilerini  devlete karşı  gelmekten  alıkoyan  sebepler,  devleti   Birliğe   karşı koymaktan alıkoyan sebeplerle bir değil midir?

            Nasıl  olur  da  insan, bir fikri  sadece  kabul  etmekle tatmin  olup da ona sahip çıkmaz? Eğer rencide olduğuna inanıyorsa, ona karşı çıkmamaktan nasıl  hoşnut olabilir?  Eğer   komşunuz  sizi  dolandırıp  elinizden  bir   dolar   alsa, aldatıldığını bilmekle veya bunu ifade etmekle, hatta o komşunuzu paranızı iade etmesi için kibarca ikaz etmekle yetinmezsiniz. Hiç değilse   paranızın   tamanını  geri  almak   ve   bir   daha dolandırılmamak  için gerekli her tedbiri  alırsınız.  Prensipten hareketle, hukukun idrak ve icrası  eşyayı ve insanlararası ilişkileri değiştirir:  Esasen  bu inkılap  kabilinden  bir şeydir, tamamen var  olan  birşeyden  de ibaret  değildir.  Sadece devleti ve Kiliseyi değil,  aileleri  de böler.  Ferdi  de içindeki şeytaniliği,  ilahi  olandan  ayırarak parçalanmaya zorlar.

            Evet,  hiç  de adil olmayan kanunlar var.   Hiç  tepki göstermeksizin onlara  tabi  olmakla  yetinecek  miyiz?   Yoksa   ıslah edilmeleri için gayret mi göstereceğiz?  Bu gayede başarılı olana kadar kanuna saygı gösterecek miyiz, yoksa hemen ihlal etmeğe  mi yelteneceğiz?  insanlar  genellikle böyle bir idare altında,  kanunları değiştirmek için çoğunluğu ikna edene dek beklemeleri gerektiğini düşünürler.   Zannederler ki karşı koyacak  olurlarsa,  buldukları devanın dertten daha vahim sonuçlar  doğuracaktır. Fakat  bu  durumda izlenen devanın, dertten  daha  vahim  olması yönetimin  hatasıdır.  Onu daha da beterleştiren devletin  bizzat kendisidir. œartların olgunlaşmasını beklemek ve bu arada  reform hazırlıklarını yürütmek neden daha uygun olmasın?  Devlet niçin  akıllı azınlığın  üzerine  titremiyor? Niçin acı çekmeden  önce  ağlayıp direnmiyor?  Niçin  vatandaşlarının kusurlarını ortaya  çıkarmak için  her  zaman tetikte durmaya ve onları olduklarından  daha  iyi olmaya  teşvik  etmiyor?  Neden her zaman isa'yı çarmıha  germeyi tercih  ediyor, Kopernik ve Luther'i afaroz edip,  Washington  ve Franklin'i isyankarlıkla suçluyor?

            insan   düşünüyor   da,  devletin   düşünmediği   tek   şey otoritesinin kasıtlı ve pratik olarak reddedilmesidir; aksi halde niçin  kendisi  için muayyen ve uygun bir  ceza  kararlaştırmadı?  Hiçbir  mal  varlığı olmayan birisi, bir defaya mahsus devlete  dokuz  şilin[16] vermeyi  reddedegörsün, bildiğim hiçbir kanunun tahdit  etmediği, fakat  kendini oraya tıkan kişilerin yetkisiyle  belirlenmiş  bir süre  için kodese tıkılıverir.  Ama bir başkası devletten  doksan çarpı dokuz şilin çalıverse, kısa zamanda tekrar serbest kalır.

            Eğer bu sürtünme  devlet  mekanizmasının  kaçınılmaz  bir sonucu ise, bırakınız öyle kalsın, belki pürüzler zamanla yokolup gider.  Makina mutlaka eskiyecektir.  Eğer  zulmün kendine  has  bir  kuyusu,  çıkrığı,  halatı  ve manivelası  varsa,   çare   dertten   daha   mı  kötü   diye düşünebilirsiniz.  Fakat  öyle değil  de,  sizlerden  birbirinize karşı bir  zulüm unsuru olmanız isteniyorsa o  zaman  derim  ki, kanunu  çiğneyin.  Bırakınız hayatınız zulüm makinasını durdurmak için  zıt  bir sürtünme gücü oluştursun. Benim  yapmak  istediğim şey,  neye mal olursa olsun, lanetlediğim zulme ve  haksızlıklara alet olmadığımı görebilmektir.

            Devletin  kötülüğe  çare  olsun  diye  benimsediği   yollara gelince; böyle bir şeyi ne gördüm ne de duydum. Onların ki,  göz boyamaya yönelik çabalardır.  Öte yandan, insan ömrü hızla akıp gitmekte.  Meşgul olacak başka işlerimiz  de var; bu dünyaya iyi ya da kötü yaşamak için  geldim ben,  dünyayı yaşanacak bir yer kılmak için değil.  insan bu  süre içinde  her şeyi  değil, ancak birkaç şeyi  yapabilir.  Her  şeyin üstesinden  gelemeyeceği için de birkaç şeyde  yanlışlık  yapması gerekmez.  Benim işim ne validen ya da meclisten bir şeyler talep etmektir,  ne de onların benden bir şeyler talep  etmesi  onların yapması gereken ilk şeydir.  Eğer bana aldırış etmezlerse o  zaman ne yapmalıyım?  Devlet bu ihtimali tamamen gözardı  etmiştir; kendi  anayasası zaten şerdir.  Katı, dikbaşlı ve  uzlaşmasız  bir tavırdır bu.  Fakat o sadece ve sadece kendine itibar eden ve layık olan kişiye nezaket, incelik ve saygıyla  davranmaktadır.  Bedeni şiddetle sarsan doğum  ve  ölüm gibi bütün değişiklikler, işte böyle daha iyiye varmak amacına yönelmiştir.

            œunu  tereddütsüz ifade edebilirim; köleliğe karşı olduğunu söyleyenler,  Massachusetts eyaletinden desteğini --şahsen  ya  da aynen--  derhal  çekmeli, çoğunluğu sağlayıncaya veya   hak onlar vasıtasıyla tecelli edinceye kadar beklememelidirler.  Bana sorarsanız,  çoğunluk olmasa da Tanrı'nın onların yanında  olması kafidir.  Dahası, komşulardan daha hakşinas bir kişi de olsa  zaten  çoğunluğu oluşturuyor demektir!

            Ben   Amerikan   devleti  veya   onun   temsilcisi   Eyalet yönetimiyle, vergi memurunun şahsında senede bir kere --daha fazla değil--   yüzyüze  geliyorum.  Benim  durumumdaki   bir   kişinin, devletle  muhatap olabileceği tek vesile budur; devlet  işte  o zaman açık açık,  "beni tanı!"

 talebinde bulunuyor. Bu kafadaki bir hükümetle  ilişki  kurmanın,  ondan hemen hiç memnun olmadığınızı  ve  onu hemen hiç sevmediğinizi belirtmenin  en etkili ve şimdiki hale nazaran en  vazgeçilmez yolu,  onu  reddetmektir.  Benim vergi  memuru  sivil  hemşehrim, uğraşmam   gereken   adamın  ta  kendisidir.  Çünkü  ne de olsa ben   kağıt parçalarıyla değil, insanlarla mücadele ediyorum ve o da kendi irade  ve arzusu  ile hükümetin bir organı olmak yolunu seçmiştir.  Bana  --ki, onun  komşusuyum  ve  üstelik  bana  saygı da  duyar--  komşu  ve iyiniyetli  bir insan gibi mi, yoksa manyak ve huzur bozucu  biriymişim gibi  mi davranacağını düşünmek zorunda kalmadıkça, insan  ya  da devlet  memuru  olarak kendisinin ne olduğunu  ve  ne  yaptığını, nasıl hakkıyla bilebilecek ve davranışına tekabül eden daha  kaba ve  aceleci bir fikri olmaksızın, komşuluk  hukukunun  sınırlarını aşıp aşmadığını nasıl farkedecektir? Gayet iyi biliyorum ki,  köle bulundurmayı yasaklayan Massachusetts eyaletinde bin değilse  de yüz  ya da ismini verebileceğim on kişi --ya da dürüst  bir  kişi-- gerçekten  suç ortaklığından çekilse ve bundan ötürü ilçe  hapishanesine atılsa,  bu Amerika'da  köleliğin  fiilen kaldırılması anlamına gelecektir.  Zira  kıvılcımın  ne  kadar  cılız  olduğu   önemli değildir;  bir kere iyi yapılan şey sonsuza dek öyle gider.  Reformun hizmetinde onlarca gazete var, ama tek bir insan yok.  Eğer  günlerini  konsey  odasında  insan   hakları meselesini  çözmeye  adayacak olan  eyalet  büyükelçisi  muhterem komşum,[17]  Carolina  hapishaneleriyle  tehdit  edilmek   yerine, köleliğin   vebalini   kızkardeşine   atmaya meraklı olan    Massachusetts  eyaletinin hapishanesinde otursa--her ne  kadar şimdilik  sadece  bir soğuk muamelenin  kızkardeşiyle  aralarında münakaşa  konusu  olduğunu farketse de-- Meclis konuyu  bir  başka bahara atamayacaktır.

            insanları haksız yere hapseden bir yönetimde, hakların  yeri elbette hapishanedir.  Bugün Massachusetts'in daha hür ve daha  az ümitsiz   insanlara,   eyaletin  kendi   kanunları  çerçevesinde üzerlerinden    kilitlenmelerini    temin    ettiği    tek    yer hapishanelerdir,   zira   onlar   zaten   kendi    prensipleriyle kendilerini çıkarmışlardır.             Devletin kendisi ile beraber olanı değil, kendisine karşı olanı yerleştirdiği,  kaçak kölelerin, şartlı tahliye edilmiş Meksikalı savaş esirlerinin ve yerlilerin kendi ırklarının ceremesini çekmeye geldiği  o farklı, fakat daha hür,  ve o derece  de  şerefli mekan,  bir  köle  düzeninde hür  bir  insanın  şerefiyle  ikamet edeceği tek yerdir.  Eğer birisi bu şerefli insanların hapishanede kendini ıslah edeceğini, çıkardığı muhalif seslerin artık  devleti rahatsız  etmeyeceğini  ve  duvarlar  arasında düşmanlık edemeyeceklerini  düşünürse,  gerçeğin yalandan  ne  kadar  güçlü olduğunu  ve  zulme  az da olsa maruz kalanın  zulümle  ne  kadar etkili  ve  kesin  bir  tarzda  mücadele  edebileceğini  bilmiyor demektir.  Oy verirken, sadece bir kağıt parçasını değil, oyunuzun tamamını ve  bütün etkinizi kullanmalısınız.  Azınlık  çoğunluğa tabi  oldukça tesirini ve gücünü kaybeder ve artık  azınlık  bile sayılmaz; bütün ağırlığıyla mani olursa dayanılmaz olur.  Eğer tek çare haklı insanların tamamını hapse  tıkmak veya  kölelikten  ve  savaştan vazgeçmekse,  emin  olunuz  devlet hangisini  seçeceğinde tereddüt etmez.  Bu yıl bin kişi  vergisini ödemese  bu, zulmü sadece  finanse  etmek,  devletin  zorbalığını ve  masum   kanı akıtmasını desteklemek kadar  zorbaca ve kanlı bir başkaldırı olmaz.  œayet  böyle  bir  şey gerçekleşirse,  bu  barışçı bir  inkılabın tanımıdır.  Eğer bir vergi memuru ya da başka bir kamu  görevlisi gelip  de  bana --birinin yaptığı gibi--    "Ama ben ne  yapabilirim  ki?"    diye sorarsa,  benim cevabım  "Gerçekten iyi bir şey  yapmak  istiyorsan istifa  et!"    olur. Tebaa itaatı reddeder,  memur  da  görevinden istifa  ederse  inkılap gerçekleşmiş demektir; ama bu  arada  kan akacağını da  aklınızda bulundurun.  Vicdan yaralandığında  da  kanama olmaz mı? insanın gerçek insanlığı ve ölümsüzlüğü işte bu yaradan fışkırır, ebedi bir ölüme doğru akar.  Ben şimdi bu kanın aktığını görüyorum.  Devletin,  malına mülküne el koymak  yerine suçluyu niçin  hapse attığı  üzerinde düşünüp duruyorum. Bir bakıma ikisi de  aynı gayeye  hizmet ediyor, zira  en  temel  hakları diline dolayan ve neticede dejenere olmuş bir düzende en ziyade tehlikeli görülen  insanlar,  genellikle  mal-mülk  yığmaya  fazla  zaman harcamayanlardır.  Devlet  de böylelerine nisbeten daha  az  hizmet götürür  ve özellikle alın teriyle para kazanmak zorunda  iseler, azıcık bir vergi bile onlara fahiş bir miktar gibi görünecektir.  Devlet tamamen para kullanmadan yaşayan birinden para istemekte tereddüt eder;  ama zengin  birisi  --hayır, haksız bir mukayese  yapmıyorum--  kendini zenginleştiren  kuruma  satılmıştır.  Mutlak  anlamda  insanın  ne kadar  çok  parası varsa, o kadar az  fazileti  vardır.   Çünkü para, insanla amaçları arasına girer ve amaçlarını onun adına satın alır.  Para kazanmak elbetteki zor bir iş değildir.   Artık  cevaplandırılması gereken zor,  fakat  gereksiz yegane soru  parayı nasıl  harcayacağından ibarettir.   Böylece  ahlaki zemin ayaklar altından  kayar  gider.  "Servet"   diye   adlandırılan  şey  arttığı  oranda   yaşama fırsatları azalır.  Zengin olunca insanın kültürü için yapacağı en  iyi  şey, fakirken  tasarladığı şeyleri  uygulamaya çalışmaktır. Durumlarına bakarak isa, Herodlulara şu  cevabı vermişti: "Bana  vergi  olarak  vereceğiniz   parayı gösterin."  Birisi cebinden bir kuruş çıkardı.   isa dedi ki, "Eğer üzerinde  Sezar'ın   resmi olan ve onun tedavüle sokup değerli kıldığı parayı kullanırsanız,  yani devletin tebaası iseniz ve Sezar  idaresinin nimetlerinden   yararlanıyorsanız,   istendiğinde   onun parasının  bir kısmını ona geri ödeyiniz.  Bu nedenle, Sezar'ın  hakkı Sezar'a;  Tanrı'nınki de Tanrı'ya."[18]  Fakat isa onları   hangisi  hangisidir konusunda  öncekilerden  daha bilgili olmalarını sağlayamadı, zira onlar bilgi sahibi olmak niyetinde değildiler. 

            Bu meselenin azamet ve ciddiyeti  hakkında ne   söylenirse   söylensin,   kamunun   serinkanlılığını  nasıl değerlendirirlerse   değerlendirsinler,  komşularımızın  en   hür düşünceli  olanıyla  sohbet  ederken şunu farkediyorum ki,  mevcut  devleti desteklemekten  vazgeçmiyorlar ve ona itaatsizliğin mallarına  ve ailelerine   getireceği  tehlikelerden  endişe  ediyorlar.   œahsen ben, devletin himayesine muhtaç kaldığımı düşünmek bile istemem.  Fakat devletin   otoritesini   vergi   emirnamesini   elime   tutuşturduğunda reddedersem,  çok  geçmeden malıma mülküme  el  koyacak,  onları israf  edecek ve hem beni hem ailemi taciz edecektir.   Bu  müşkil bir  iş;  insanın  hem şerefli hem  de  huzur  içinde  yaşamasını imkansız  kılıyor.  Mal  biriktirmek  işe  yaramaz  zira   tekrar elinizden  gider;  tahıl  yetiştirirsiniz, ama  fayda  etmez,  çok geçmeden  tükenir.   Öyleyse her zaman  kendi  içinizde  yaşamalı, daima  kendi  başınızın  çaresine  bakmalı ve  daima  yeni   bir başlangıç  için  tetikte  durmalısınız; çok  fazla  ayak  bağınız olmamalıdır.   Faraza,  eğer  Türk devleti her  bakımdan  iyi  bir tebaaya sahipse, insan Türkiye'de bile zengin olabilir.   Konfüçyüs der  ki;  "Eğer bir devlet  aklın  prensipleriyle  yönetiliyorsa, fakirlik  ve  sefalet  utancın  tebaasıdır.  Eğer  devlet   aklın prensipleriyle  yönetilmiyorsa,  zenginlik  ve  şeref   rezaletin tebaası  olur." Hayır,   Massachusetts   eyaletinin himayesi, hürriyetimin  tehlikede  olduğu  uzak bir  güney  limanında  bana uzanmasını isteyene ya da memleketimde bir malikane inşa  etmeye kalkışıncaya  kadar Massachusetts'e, onun malım ve  hayatım  üzerindeki hakkına  itaat  etmeyi  göze alabilirim.   Her  halükarda  devlete itaatsizliğimden dolayı maruz kalacağım ceza, ona itaat ettiğimde çekeceğim  cezadan  daha  hafif kalacaktır. Ona itaat durumunda kendimi aşağılanmış hissederim çünkü.

            Birkaç  yıl önce devlet, kilise adına benimle karşı karşıya  geldi ve  vaazlarına bir vakitler babamın devam ettiği, ama  benim  hiç bulunmadığım  din adamlarını desteklemek için benden  bir  miktar para  istedi.[19]  Bana  "ya parayı ödersin, ya  da  hapsi  boylarsın,"  dedi.  Para vermeyi reddettim. Fakat maalesef başkaları bu  emre boyun  eğdiler.  Neden papazları desteklemek için  bir  öğretmenin vergi  vermesi gerekiyor da aksi geçerli değil,  anlamıyorum. Ben  devletin öğretmeni değildim, ama halkın gönlünden  koparıp verdiği yardımlarla geçiniyordum.  Lise, niçin kilisenin yaptığı gibi isteklerini temin etmek için kendi vergisini toplamıyor, hayrettir.  Buna rağmen   kasabadaki   memurların  ricasıyla  şöyle   bir   yazılı açıklama  yapmaya tenezzül ettim:  "Buradaki herkes bilsin ki  ben Henry  Thoreau iştirak etmediğim hiçbir anonim  topluluğun  üyesi olarak  tanınmak  istemiyorum.  Bunu kasaba  katibine  verdim; şimdi   ondadır.   Devlet,  böylece  kilisenin   cemaatinden biri   sayılmak istemediğimi  öğrenmiş  olup,  o zamanlar  önceki  fikrine sadık kalmak zorunda olduğu kanaatini belirttiyse de, benden bir daha benzeri  bir  istekte  bulunmadı.  O zaman aklıma  gelip  de  isim verecek  olsaydım, açık seçik bir şekilde imza atıp üye  kaydolmadığım bütün  cemiyet üyeliklerinden de çekilirdim; fakat böyle tam  bir listeyi nerede bulabileceğimi bilmiyordum.

            Altı sene kelle vergisi ödemedim.  Bir keresinde  bu  yüzden bir  geceliğine  hapse  atıldım ve  80-90  santim  kalınlığındaki sağlam  duvarı, demir ve ahşaptan mamul 30 santim  kalınlığındaki kapı ve  ışığı süzen demir parmaklığı düşünüp  dururken,  bana kodese  tıkılması gereken et, kemik ve  kan  parçasıymışım  gibi muamele eden devletin  aptallığına  şaşırdım  kaldım.[20]  Uzun   uzadıya acaba dedim;    devlet  benden  en  iyi   bu   şekilde yararlanabileceğini düşünüyor da  şu veya bu şekilde benden yararlanmayı akıl edemiyor mu? Anladım ki benimle  hemşehrilerim arasında  taş bir duvar varsa, onların benim kadar  hür  olmaları için  aşmaları ya da yıkıp geçmeleri gereken çok daha  kalın  bir duvar  var.   Bir an olsun kendimi hapiste  hissetmedim  ve  içine kapatıldığım  duvarlar  bana  taş ve harç  israfı gibi  göründü.  Hemşehrilerimin  içinde sadece kendimin gerçek  vergisini  ödemiş olduğumu  hissettim. Açıkçası onlar bana  nasıl  davranacaklarını bilmiyorlardı ve  nitekim  iyi  terbiye  görmemiş  kişiler  gibi davrandılar.  Bana yönelttikleri her tehdit ve iltifatın  ardında bir gaf vardı; çünkü tek arzumun bir an önce o taş duvarlardan dışarı çıkmak  olduğunu  sanıyorlardı.  "Kapıyı nasıl da bir  şevk  ve  gayretle düşüncelerimin üstüne kilitliyorlar!" diye gülmekten kendimi alamadım.  Aslında tehlikeli olan fikirlerimdi ve hiçbir izin  ve engel tanımadan onların ardından rahatça dışarı çıkabiliyorlardı.  Bana  ulaşamadıkları için, "eşeğine gücü yetmeyen semerini  döver" hesabıyla çözümü, bedenimi cezalandırmakta bulmuşlardı.  Devletin yarım  akıllı ve zengin, fakat tek başına yaşayan bir kadın kadar  ürkek olduğunu, dostunu düşmanından ayıramadığını farkettim; duyduğum artakalan saygımı da kaybederek  devlete  acıdım.

            Bu suretle devlet maksatlı olarak hiçbir zaman ahlaki olsun, zihni  olsun,  şuura değil, sadece bedene ve duyulara  karşı zor kullanabilir;  üstün  bir zeka veya dürüstlükle değil,  üstün  bir fiziki  kuvvetle  donanmıştır o.  Ben bir  şeylere  zorlanmak  için doğmadım,  istediğim gibi davranırım.  Görelim bakalım, en  güçlü kim?   Sayıca   çoğunluk  kimin?  Beni  kendileri   gibi   olmaya zorluyorlar.  insan  kitleleri  tarafından  şu  veya  bu  şekilde yaşamaya zorlanan insanlara dair bir şey işitmedim.  Ne biçim  bir hayat  sürmek  olurdu o?   Bana,  "ya paranı, ya canını," diyen  bir devletle  karşılaşınca ona paramı vermeğe niçin  can atayım?  Devlet büyük bir çıkmazda olabilir, ne yapacağını bilmeyebilir; ben  ona yardım edemem.  Benim gibi o da başının çaresine  bakmayı öğrenmelidir.  Bu hususta burun çekerek ağlamak gerekmez.  Toplum mekanizmasının  saat gibi işlemesinden ben sorumlu değilim,  bu mekanizmayı bir vakitler kurmuş olan mühendisin oğlu da  değilim.  idrak ediyorum ki, meşe palamutuyla kestane yanyana düşünce,  biri diğerine  yol  açmak  için  hareketsiz  kalmaz,  ikisi  de  kendi kanununa  uyarak  alabildiğine zıplar, büyür gelişir;  ta  ki biri  diğerine üstün gelip mahvedene kadar.  Eğer bir bitki  kendi tabiatına uygun yaşayamazsa ölür, insan da öyledir.

            Kodesteki  gecem hayli ilginçti.  içeri girdiğimde  mahkumlar akşam  saatlerinin  tadını çıkarıyor ve sohbet  ediyorlardı.  Ama gardiyan,  "Haydi çocuklar, kapıları kapatma vakti geldi!"

 dedi ve boş koğuşlarına dönen mahkumların ayak sesleri kulağıma  çalındı.  Gardiyan bana koğuş arkadaşımı,  "birinci kalite dost ve zeki  bir adam"  diye takdim etti.  Kapı kapandığında koğuş arkadaşım şapkamı nereye  asacağımı ve orada bu gibi meselelerin  üstesinden  nasıl geldiğini  anlattı.  Odalar ayda bir kere badana ediliyordu ve  bu koğuş en azından kasabadaki en beyaz, sade döşeli ve en  tertipli apartman   dairesiydi.  Bana,  nereli  olduğumu,   buraya   niçin tıkıldığımı sordu.  Cevap verdikten sonra, onun da  kati  surette dürüst  bir adam olduğu inancıyla neden burada  olduğunu  sordum.   "œey,"   dedi,   "beni  ahır kundaklamakla suçluyorlar,  ama  asla  böyle birşey yapmadım."   Anlayabildiğim kadarıyla sarhoşken elinde  pipo ile uyuyakalmış  ve böylece ahır tutuşuvermiş.  Zekasıyla  nam  salmış bir  kişiymiş  ve üç aydır mahkemeye çıkmayı bekliyormuş,  bir  o kadar  daha da bekleyecekmiş.  iyi muamele  gördüğü  inancındaydı, meteliksizdi ve halinden şikayetçi değildi.

            Pencerelerden  biri onun, öteki benimdi ve gördüm  ki,  insan orada  uzun  zaman  kalacak olursa yapacağı tek  şey  pencereden dışarı bakmaktır.  Tez zamanda oradaki  bütün  duvar  yazılarını okudum;  önceki  mahkumların yıkıp kaçtığı,  bir  başka  mahkumun testereyle  kestiği  parmaklığın  olduğu yeri  gördüm  ve  benden önceki pek çok mahkumun hikayesini öğrendim. Gördüm ki, orada bile bir  tarih ve o tarihten hapishane duvarlarından taşamayan bir  sayfa vardır.  Muhtemelen burası bütün kasabadaki, basılmayan ama  özel imkanlarla  sonradan  dağıtılan  şiirlerin  kaleme  alındığı tek mekandır.  Kaçmaya yeltenirken yakalanan, duyduğu intikam  hissini manzume  haline  getirip sonradan namelere  döken  delikanlıların yazdıkları şeyleri gösterdiler bana.

            Bir   daha  göremem  endişesiyle,  mümkün   mertebe   mahkum arkadaşımın  ağzını yokladım, ama o sadece hangi yatağın  benim olduğunu işaret etti ve lambayı söndürmem için odadan çıktı.

            Oradaki hayatım, görmeyi aklımdan bile geçirmediğim uzak  bir ülkeye  seyahat etmek gibi bir şeydi. Parmaklıkların  yakınındaki pencereyi   açıp  uyuyorduk.  Sanki  akşamları  kasabanın   saat kulesindeki  saatin vuruşunu hiç duymamıştım.  Doğduğum  kasabayı sanki  yeni  görüyordum: Concord, Ren'in  akarsularından  birisine dönüşmüş  gibiydi;  şato ve şövalye hayaletleri  gözümün  önünden geçiyordu.  Sokakta rastladığım kasaba sakinlerinin  sesleriydi onlar.  Olup bitene ne kadar yabancı olduğunu hissetim. Bu  benim için  tamamen  yeni  ve  az  rastlanır  bir  tecrübeydi,  kapılıp gitmiştim.  Kasaba  sakinlerinin neyle meşgul  olduklarını merak etmeye başladım.

            Sabahları kahvaltımız  kapıdaki  delikten içeriye sığabilecek ebatta, içinde bir demir kaşık, sıvı çikolata  ve kahverengi ekmek olan dört  köşeli küçük bir teneke kaplarla veriliyordu.  Kapları geri  istediklerinde  artan ekmeği iade edecek kadar acemiydim önceleri, ama arkadaşım  hemen ekmeği kaptı ve diğer günler için saklamamı söyledi.  Çok  geçmeden civar  tarlalarda  ot  biçmesi için, onun  dışarı çıkmasına  izin verdiler.  Hergün gidiyor ve öğleye kadar dönmüyordu.  Bu  yüzden her   defasında  bana  iyi  günler  diliyor,  beni  bir daha   görüp görmeyeceğinden emin olmadığını söylüyordu.  Hapisten  çıktığımda -zira birisi araya girip vergi  borcumu ödemişti-  genelde büyük değişiklikle karşılaşmadım.[21]  Gençliğinde memleketi   terkedip  de,  aksaçlarıyla  ağır  aksak   adımlarını sürükleyerek  dönen ihtiyarlar gibiydim.  Ama  çevreye  baktığımda önemli farklılık vardı; içinde yaşadığım devleti daha  açık-seçik görebiliyordum.  Aralarında  yaşadığım  insanların  komşu  ya  da arkadaşı olarak ne kadar güvenilir olduklarını farketmiştim:  iyi gün  dostuydular, doğru olanı yapmaya pek de hevesli  değildiler.  Bana batıl  inançları  ve  önyargıları yönünden    Çinliler  ya  da Malezyalılar kadar benden farklı ırktanmış gibi görünüyorlardı.  insanlık düşüncesine   bir  şeyler  katmak  bir  yana,  hayatlarını  veya mallarını tehdit  edebilecek  en  küçük  bir  riski  bile   göze alamadıklarını,     asil    sıfatıyla    onurlandırılmayı    hak etmediklerini,  hırsıza  hırsızın  kendilerine  davrandığı  gibi davrandıklarını birkaç harici intiba ve birkaç duayla,  faydasız da  olsa dosdoğru bir yolda yürümekle ruhlarını kurtarmayı ümid ettiklerini  farkettim.  Belki  komşularımızı çok   insafsızca yargılıyorum,  ama yargımdaki bu sertlik,  onların  kasabalarında hapishane  gibi  kurumun varlığından haberdar  bile  olmayışından kaynaklanıyor.

            Önceleri  kasabamızda  bir adet vardı; zavallı bir  borçlu hapisten  çıktığında,  tanıdıkları onu  karşılamak  için  gelir, hapishane  parmaklıklarını andıran parmak  aralarından  bakarak,  nasılsın    derlerdi.  Komşularım beni böyle  karşılamadılar,  ama sanki   uzun  bir  seyahatten  dönmüşüm  gibi  önce  bana   sonra birbirlerine  baktılar. Tamirde olan ayakkabımı almaya  giderken tutuklanmıştım.  Ertesi  gün serbest bırakıldığımda,  yarım  kalan işimi  tamamlamak için dışarı çıktım ve onarılmış  ayakkabılarımı giyip kendilerini emrime sunmaya hazır huckleberrylerin (Amerika'da yetişen yaban mersinine benzeyen bir meyva )  partisine katıldım.  Çok geçmeden at eyerlendiği için yarım saat içinde  iki mil  uzaktaki en yüksek yamaçlardan birinde  bulunan  huckleberry tarlasının   içindeydim.   Biraz  sonra   devlet   hiçbir   yerde görünmüyordu.

            Benim Hapishanelerim'in tekmil hikayesi budur.22

            Karayolu vergisi ödemeyi hiçbir zaman reddetmedim; çünkü iyi bir   komşu  olmayı istediğim  kadar,  kötü  bir   tebaa   olmayı arzuluyorum. Okullara yardım etmeye gelince halen  vatandaşlarımı eğitmek için elimden geleni yapıyorum. Vergi borcundaki  herhangi bir  özel  aksaklıktan dolayı vergi vermeyi  reddediyor  değilim; sadece  devlete bağlılık duymayı reddediyorum ve ondan beni  rahat bırakacak   derecede  uzak  durmayı istiyorum.  Paramın   nereye gittiğinin hesabını yapmam, ah yapabilsem!.  Ta ki o parayla insan öldürsün  diye, insan ya da tüfek satın  alınana  kadar  -paranın kendisi masumsa da- bağlılığımın sonuçlarını takiple  ilgilenmem gerektiğini hissediyorum. Aslında, bu gibi hallerde olduğu  üzere bana  sağladığı imkanlardan yararlanacak olsam da, kendi  çapımda devlete sessizce savaş ilan ediyorum.

            Devlete duydukları muhabbetten ötürü benden istenen  vergiyi başkaları ödediğinde, esasen kendileri için  yapageldikleri  bir şeyi  yapmış oluyorlar ya da adaletsizliğe devletin  istediğinden daha büyük ölçüde yardımcı oluyorlar demektir. Eğer vergiyi,  bir vergi mükellefine duydukları mariz bir ilgiden ötürü, onun malını kurtarmak ya da hapse girmesini engellemek için ödüyorlarsa, bunun sebebi onların kendi mahrem duygularının kamu yararına ne kadar müdahale etmesine izin verdiğini akıllı başlı düşünüp taşınmamalarıdır.

            O  halde benim şimdiki durumum budur, fakat insan  inadından önyargılı olur, başkalarının fikrine haksızlık  olur  korkusuyla böyle bir durumda fazla inad edemez. O halde bırakınız dilediğini yapsın.

            Bazen,  bu  insanlar niçin  iyi  niyetli, ama cahiller diye düşünüyorum; eğer nasıl yapacaklarını bilseler mutlaka daha iyi şeyler yaparlar. Komşularınızı istemedikleri şekilde davranmaları için  niçin zorlayasınız? Ama tekrar düşünüyorum; bu benim  onlar gibi hareket etmem veya başkalarının farklı bir açıdan daha fazla acı çekmesine seyirci kalmam için yeterli bir sebep değildir.   Kendi kendime  diyorum  ki,  sıcak  bir  yuvası olan  ve  kötü   niyet beslemeyen  milyonlarca insan sizden sadece birkaç şilin  istese, anayasalarına  göre onların halihazırdaki taleplerini  değiştirme veya  ondan vazgeçme imkanı olmadan -sizin bu milyonlarca  insana fikrinizi anlatabilme imkanınız olmadığına göre- bu ezici vahşi güce niye karşı koyasın.  Soğuğa, açlığa rüzgarlara  ve dalgalara karşı böyle inatla karşı koymuyorsun; benzeri binlerece duruma sessizce boyun eğiyorsun.  Fakat ben bunlara tamamen aynı derecede vahşi güçler gözüyle değil, kısmen insan gücü diye bakıyor ve düşünüyorum ki benim sadece vahşi ve cansız şeylerle değil, milyonlarca insanla milyonlarca ilişkim var ve öncelikle ve aynı zamanda  onları  kendilerine  şikayet etmenin  mümkün olduğunu görüyorum.  Fakat ben maksatlı olarak başımı ateşe sokarsam, ateşe ya da ateşi yaratanı şikayet etmek olmaz.  O takdirde suçlanacak biri varsa, o da benim.  insanlardan, oldukları haliyle memnun olduğuma kendimi ikna edebilsem ve iyi bir müslüman ve kaderci gibi onlara bazı yönlerden kendimin ve onların davranması gerektiği beklentisiyle davransam, herşeye razı olmam ve bunun Tanrı'nın bir takdiri olduğunu söylemem gerekir.  Herşeyin ötesinde buna karşı koymakla, tabii ve vahşi güçlere karşı koymak arasında dağlar kadar fark vardır.   Birine etkin bir şekilde karşı koyabilirim; ama Orpheus gibi, kayaların, ağaçların ve hayvanların tabiatını değiştirmeyi ümid edemem.23 

            Benim mücadelem ne bir fert ne de bir milletle.  Kılı kırk yaracasına tahliller, hoş sınıflamalar yapmak ve kendimi komşularımdan daha iyi göstermek arzusunda değilim.  Üstelik ülkemin kanunlarına riayet etmek için bahane arıyorum dahi diyebilirim.  Onlara uyum sağlamaya dünden hazırım.  Gerçekten, bu konuda kendimden şüphe etmem için sebepler var: her yıl vergi memuru çıkar gelir ve ben itaat etmek için bir bahane bulmak amacıyla özelde eyalet ve genelde devletlerin tutum ve davranışlarını ve halkın ruhunu yeniden gözden geçirmek zorunda kalırım.     

 

                        Abad etmeliyiz ülkemizi atalarımız gibi,

                        Aşkımız ve gayretimizi esirgersek ondan olur ya,

                        Mevcut eserlere hürmet etmeli ve ruhumuza,

                        Din ve vicdan meselelerini öğretmeliyiz,

                        iktidar ve menfaatı değil!24

 

Yakında devletin bu meşgalayi elimden alacağına inanıyorum: böylelikle ben de hemşehrilerimle aynı seviyede olacağım.  Biraz mütevazı açıdan bakıldığında anayasa hata ve sevaplarıyla güzel, kanunlar ve mahkemeler saygın ve çoklarının dediği gibi,  Amerika ve Amerikan devleti hayranlık uyandıran ve minnet duyulması gereken ender şeylerdir.  Benim yaptığım gibi, biraz daha müşkülpesent açıdan bakıldığında, kim bunların ne olduğu veya bakmaya ya da üzerinde kafa yormaya değdiğini söyleyebilir?

            Buna rağmen, devlet beni fazla ilgilendirmiyor; ona mümkün olduğunca az kafa patlatacağım.  Bu devletin idaresi altında, hatta bu dünyada yaşadığım anlar çok azdır.  Eğer bir insan düşünden, hayalden ve muhayyileden uzaksa--ki bu ona, asla uzun süreli olmaz değildir--akılsız yönetici ve reformcuların onun intizamını bozması mukadder değildir. 

            insanların çoğunun benden farklı düşündüğünü biliyorum; fakat hayatlarını bu ve benzeri konulara vakfetmeyi meslek edinenler beni diğerleri kadar az memnun ediyorlar.   Mekanizmaya tamamen uyum gösteren devlet adamları ve kanun yapıcılar, onu çıplak gözle ve açık seçik olarak göremezler.   Hareket halindeki bir toplumdan dem vururlar, fakat onsuz bir dinlenme, mola yerleri yoktur.  Belli bir tecrübeye sahip ve seçkin olabilirler; şüphesiz dahiyane ve faydalı sistemler de icat etmişlerdir.  Hepsi için onlara minnettarız.  Fakat zeka ve faydaları dar bir alanla sınırlı kalmaktadır.  Onlar, dünyanın politika ve üstünkörü yürütmelerle yönetilmediğini unutmaya alışıktırlar.   Devletin arkasından gitmediği için Webster'in bu konuda konuşmaya yetkisi olamaz.  Mevcut idarede köklü değişikliklere gitmeyi düşünnmeyenlere göre, onunki büyük bilgeliktir. Fakat düşünenler ve her zaman kanun yapanlara göre,  onun bu konuyla uzaktan yakından ilgisi yoktur.   Ben bu konuda makul ve serinkanlı spekülasyonları, Webster'in kafasının ve dostluğunun sınırlarını ortaya koyacak kişiler tanıyorum.  Fakat çoğu reformcuların ve genelde politikacıların belagat ve bilgeliği ile karşılaştırıldığında, onunkiler biricik duyarlı ve değerli sözlerdir.   Bunun için de Tanrı'ya şükrediyoruz.  Onunkiler nispeten daima güçlü, orijinal ve dahası pratiktir.  Yine de onun özelliği bilgelik değil, ihtiyattır.  Avukatın gerçeği,  gerçek değil tutarlı izlenen bir yoldur ve esasen amacı zulüm ile kolkola yürüyen adaleti ortaya çıkarmak da değildir.  Bazılarının dediği gibi, avukat "Anayasanın Muhafızı" diye çağrılmayı hakediyor.  Aslında onun savunma amaçlı olanlar hariç darbe indireceği  yoktur.   O bir lider değil, müriddir.  Liderleri  '87 neslidir.  "Ben hiç çaba harcamadım ve çaba harcamayı asla teklif de etmem" der.  "Hiçbir çabayı desteklemedim, çeşitli eyaletlerin Birlik haline gelmesini sağlayan düzenlemeyi orijinal haliyle desteklemek niyetinde de değilim."  Yine de anayasanın köleliğe karşı koyduğu müeyyideler aklına gelince şöyle der: "Bırakınız öyle kalsın; orijinal anlaşmanın bir parçasıdır o."  Hususi zeka ve kabiliyetine rağmen, bir gerçeği sırf politik ilişkiler konumundan ayrı tutamaz; gerçek, beyni tarafından fırlatıp atılmak üzere beklerken, o seyretmekle yetinir.      Örneğin, bugün Amerika'da kölelik açısından insana ne yapmasi yakışık alır da, kişi bir yandan münferiden ve mutlak surette konuşmayı şiar edinip bir yandan da aşağıda ki gibi talihsiz bir cevabı vermek tehlikesine düşer veya sürüklenir,  ve söylediklerinden yeni ve benzersiz toplumsal görevler kanunnamesi çıkarılabilir?  O şöyle der: "Köleliğin varolduğu eyaletlerin yönetimleri, bunu kendi yararlarına, kendi halkına, mülkiyetin, adaletin ve insanlığın genel kanunlarına ve Tanrı'ya karşı olan sorumluluklarına göre düzenlerler.  insaniyet duygusuyla başka yerlerde oluşturulan derneklerin, bununla hiçbir ilgisi falan yoktur.  Onlar benden hiçbir cesaret almamışlardır, alamayacaklar da!"25

            Gerçeğin diğer saf kaynaklarını bilmeyenler onun yataklarını daha yükseklerde aramamışlar ve uslu uslu Kutsal Kitaba ve Anayasaya bağlı kalıp saygı ve tevazuyla ondan kana kana içmektedirler.  Fakat gerçeğin nereden kaynaklanıp hangi göle veya havuza damla damla aktığını görenler bir kere daha kıçlarını kaldırıp kaynağa giden kutsal yolculuklarında devam ederler. 

            Kanun yapma dehası olan tek bir insan olsun Amerika topraklarına ayak basmamıştır.  Dünya tarihinde de böylelerine az rastlanır.  Tonlarca, nutuk atan politikacı, güzel konuşan hatip vardır.  Fakat bugünün kabuk bağlamış yaralarına deva bulacak hatip henüz ağzını açmış değildir.  Belagat hatırına belagat hoşumuza gidiyor, ama ilham edeceği kahramanlık ya da ifade edeceği gerçek hatırına belagatı sevmiyoruz.    Kanun yapıcılarımız serbest ticaretin, birliğin, özgürlüğün ve faziletin  bir millet için  nisbi değerini henüz öğrenememişlerdir.   Nispeten basit olan vergilendirme, finans, ticaret, üretim ve ziraat dehaları ve kabiliyetleri yoktur.  Rehberlik için sadece Kongre'deki  laf ebesi kanun yapıcıların eline kalsak, halkın etkin şikayetlei ve yıllanmış tecrübeleri yanlışlıkları düzeltmese, Amerika diğer milletler arasındaki yerini çok geçmeden kaybeder.  Belki bunu söylemeye hakkım yok, ama Yeni Ahid 1800 yıl önce yazılmıştır; fakat kanun biliminin üzerine dökülen ışıktan yararlanacak kadar akıl ve pratik bilgiye sahip kanun yapıcı nerdedir? 

            Benim dahi itaat etmeye razı olacağım devlet otoritesi--çünkü ben benden fazla bilen ve daha iyi iş yapanlara ve çoğu konuda o kadar da bilgi ve beceri sahibi olmayanlara itaat edeceğim--hala saflıktan uzaktır.  Tamamıyla adil olması için, devletin halkın rıza ve onayına sahip olması gerekir.  Benim ona gönül rızasıyla verdiğimden hariç, şahsım ve malım üzerinde    hak iddia edemez.  Mutlak monarşiden mahdut monarşiye, mahdut monarşiden demokrasiye atılmış adım, ferde gerçek saygıya doğru atılmış bir adımdır.  Çinli filozof Konfüçyüs bile, ferde imparatorluğun temeli gözüyle bakacak kadar akıl fikir sahibiydi.  Bazılarının dediği gibi, demokrasi idarede son aşama mıdır?  insan haklarını tanıyıp düzenleyecek daha ileri bir adım atılamaz mı?  Devlet güç ve otoritesinin kaynağı olan ferdi, daha yüce ve bağımsız bir güç olarak tanımaya başlamadığı ve bunun gereğince davranmadığı  sürece gerçekten hür ve aydın bir devlet hiçbir zaman olmayacaktır.  Ben kendimi, en azından herkese karşı adil olan ve ferde bir komşu gibi saygıyla muamele eden bir devlet hayaliyle avutuyorum;  Bir devlet ki, komşu ve hemşehri olarak bütün görevlerini yerine getirmiş, devletin işine burnunu sokmayan ve devletin kucaklamadığı birkaç kişi, kendinden uzak durunca bunun kendi emniyetine aykırı olduğu fikrine kapılmaz...    Böyle bir meyve taşıyan ve olgunlaştığında meyvesini düşürmek için ıstırap çeken bir devlet, daha mükemmel ve daha muhteşem, benim hayal ettiğim, fakat şimdiye dek dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen devlete giden yolu açacaktır.

                                                                                         



          [1]. "Sivil itaatsizlik" ilk defa "Sivil Hükümete Karşı Direniş" adı altında 14 Mayıs 1849'da editörlüğünü transendalist Elizabeth Peabody'nin yaptığı Aesthetic Papers adlı dergide yayımlandı.  Thoreau'nun denemesi bu başlık altında ilk kez, yazarın ölümünden sonra A Yankee in Canada'da 1866' da yayımlandı.  Bizim burada kullandığımız metin için bkz.  Anthology of American Literature, c. I, ed.  George McMichael (1974, New York: Macmillan, 1980) 1477-92.

                [2].  Bu düstur o zamanlar adeta sloganlaşmıştı.  1801'de Jefferson, halkı kendi işlerini düzenlemekte "serbest bırakacak bir devletin" sözcülüğünü yapmıştı. Emerson ise 1841'de "devlet ne kadar küçülürse o kadar iyidir" diye yazıyordu.  Thoreau bu ifadeyi, United States Magazine and Democratic Review adlı New York'ta yayımlanan aylık bir dergiden almıştı. 

                [3]. Thoreau,  bu denemesini Meksika Savaşı (1846-1848) sırasında yazmıştı.  New England halkı bu savaşa Güney'deki köle ticaretinin yayılması için uygulanan bir strateji gözüyle bakıyordu. 

                [4].  Muhtemelen Boston Massachusetts'deki tersane.

                [5].  irlandalı şair Charles Wolfe'un (1791-1823) "Sir John Moore'un Corunna'da Defni" adlı eserinden.

                [6].  "Ölmüş ve toprak olmuş haliyle Kral Sezar, / Bir deliği kapatabilir, girmesin diye rüzgar."  Hamlet, V, i, 236-237.

                [7]Kral John, V, ii, 79-82.

                [8].  Amerikan ihtilali 1775-1783 yılları arasında olmuştu.

                [9].  William Paley (1743-1805) ingiliz ilahiyatçısı ve Thoreau'nun alıntılar yaptığı Ahlaki ve Siyasi Felsefenin Prensipler adlı eserin yazarıdır.

                [10].  isa şöyle diyordu:"Hayatını kurtaran, onu kaybedecek, benim için canını vereni ise ben kurtaracağım." Luka  9:24.

                [11].  Cyril Tourneur (1575?-1626), intikamcının Trajedisi (1607), IV, iv, 70-72.

                [12].  "Azıcık bir mayanın kocaman bir hamur parcasını mayaladığını bilmez misin?"   Korintliler I  5:6.

                [13].  1848'deki Demokrat Parti Kongresi.

          [14].  Massachusetts'deki kölelik karşıtı radikaller.

          [15].  Başkan James K. Polk, Meksika ile savaşmak için halktan para ve asker talep etmişti.

          [16].  Yazarın ödemeyi reddettiği iki dolar civarındaki vergi miktarı.

          [17]Massachusetts senatörü ve Thoreau'nun Concord'da komşusu olan Samuel Hoar (1778-1856), Carolina limanında demirlemiş Massachusetts gemilerindeki zenci denizlere el konulmasını protesto etmek amacıyla 1844'de Güney Carolina'ya gönderilmiş ve buradan tehdit ve kanuni gerekçelerle geri gönderilmişti.

          [18].  Matta 22:16-22

          [19].  Thoreau'nun adı, ataları kilise cemaatından oldukları için, vergi kayıtlarında yazılı olup her yıl Mal Müdürlüğünden vergi ilamı alıyordu.

          [20]. Thoreau, temmuz ayının 23'ü veya 24'ünde hapse atıldı.  Bronson Alcott kendinden üç yıl önce aynı gerekçeyle tutuklanmıştı.  Alcott ve Thoreau 20-70 arası her erkeğin ödemesi gereken kelle vergisini Massachusetts eyaletinin, Güney'deki köle ticaretini tanımasını protesto etmek amacıyla reddermişlerdi. 

          [21].  Muhtemelen Thoreau'nun yengesi Maria Thoreau.

          22   1832'de yayımlanmış, italyan ihtilalci vatanperperver Silvio Pellico'nun (1788-1854), hapishane hatıralarını anlatan eser.

 

          23.  Yunan efsanesine göre, Orpheus'un müziği tanrıları, hayvanları ve hatta cansız nesneleri "efsunluyordu."

          24.   George Peels'ın (1558?-1597?) Alcazar'ın Savaşı (1954) adlı  eserinden uyarlanmıştır; II, ii, 425-430).

          25.  Thoreau, alıntıları Webster'in 1845-1848'deki konuşmalarından  yapıyor.

Neler Söylendi?

DİĞER YAZILARI MUHSİN BAŞKAN Mum Titrer Hanemizde Ülkücülük CHP'yi Ne Zaman Sevdim İSLAMCILIKLA MÜSLÜMANI, TÜRKÇÜLÜKLE TÜRKÜ YABANCILAMAK SOSYAL MEDYANIN SOS'LARI PARALEL YAPI Bosna'daki Türk Üniversitesi: IUS DER SPİEGEL "BOYUN EĞME" DİYOR DEVRİM Mİ DEDİNİZ? BİRLİK VE BERABERLİK NEDİR? DİL TARİH VE İDEOLOJİ AYNAYI ARAMAK... MAKULLER AKİLLERE KARŞI VEDA HUTBESİNİ OKURKEN HİNLİK VE HAİNLİK ÖTESİNDE TARİHE BAKMAK ALPEREN OLMAK BİR HİLAL BİR İHTİLALDİR DELİLİĞE ÖVGÜ AŞK'A DAİR YAKLAŞIMLAR BİLİM, İDEOLOJİ VE DARVİNİZME DAİR YALAN DÜNYADA GERÇEK TARİH OLUR MU? DELİ DUMRUL'UN KÖPRÜSÜ ORTAYA KARIŞIK HALLERİMİZ EFKAR VE HERZELER YUSUF, ŞEHİR VE TABUYA DAİR EĞİTİME NEDEN HAYIR? EFKAR VE HERZELER "ADAMLARIN" PLANI HER ZAMAN TUTAR MI? İNGİLİZ'CE KONUŞMAK... BEN ÖLÜNCE KİM KALIR? BİLMENİN MALİYETİ NEDİR? BU ÜLKEYİ ANLAMAK... NİYET TAVŞANLARI VE TARİH ŞERİF MARDİN VE CUMHURİYETİN GETTOLARI FERMAN VE FETVA BAYRAMLARDAN BAYRAM BEĞENMEK AŞKIN BAR/KODU MEVSİM SONU İNDİRİMLİ LİBERALCİLİK YOL DA İÇİMİZDE SEYYAH DA! OSMANLI NE ZAMAN ÖLDÜ? SÜRGÜN KAYIP MEDENİYETİ ARARKEN... KÜRDİSTANA DAHA NASIL YARDIMCI OLABİLİRİZ? İKİNCİ YEŞİL KUŞAK PROJESİ MHP NEREYE GİDİYOR? NASIL BİR GENÇLİK? KİM KORKAR EBU ZER'DEN? MEHDİ NE ZAMAN GELECEK? "GÜZEL VE YALNIZ ÜLKE"YE Milliyetçilik ve Kürtler İLETİŞİM VE PROPAGANDA BATILILAŞMAK TWITTER'DA KENDİMİZİ OKUMAK "DANIMARKA ÜLKESİNDE KOKUŞAN ŞEYLER" BİSİKLETİN İSLAMİ OLANI FİRAVUN VE HİÇ'LİK KAMUSAL ALAN DÖNÜŞTÜ MÜ? KADIN, ŞEYTAN VE ÖLÜM ÇEVRİM İÇİ AHLAK ÖLÜM VE YAŞAMA KORKUSU KISKANÇLIĞIN KISKAÇLARI 11 Eylül ve ABD YA 12 EYLÜL SONRASI? Korku ve alkışlar arasında Ortadoğu AYDIN, MÜNEVVER VE ENTELEKTÜEL ORTADOĞU'DA OLANLARI ANLAMAK KAVGA NEREDE? KAVGA NEREDE? ORTADOĞU'NUN YENİDEN TASARIMI SUSMAK, PUSMAK VE BİRLİK DİL VE TARİH KAVGAMIZ HOLİGARŞİ Said Nursi ve Cemaat algısı Size “İslamî alt-çevre” diyebilir miyim, “abi”? MUHAFAZAKÂRLIK NEDİR? TÜRK LİBERALİZMİ AŞK MI MAŞUK OLAN? DİN'ERCİLİK NEDEN KÜRT ÇALIŞMALARI ENSTİTÜSÜ? DEĞİŞİM İDEOLOJİSİ VE LİBERAL PROPAGANDA 12 EYLÜL SONRASI UZLAŞMA LİBERAL STATÜKOCULUK UYKUYU ÖLDÜRMEK "EKSİK ETEK" BABİL, DİL VE PROPAGANDA DENKTAŞ'IN ÖLÜMÜ AİKİDO VE "KÜRDİSTAN" DEĞİŞİM TÜRKÇE VE İDEOLOJİ "KASIMPAŞALI" BAŞBAKAN "İBRAHİMİ DİNLER" BİLİMLE DİNİ UYUŞTURMAK KOLTUĞA OTURAN VE KOLTUĞUN OTURDUĞU İNSAN TEMCİT PİLAVI VE YENİ OSMANLI RODRİGEZ NEDEN LİBERAL OLAMAZ? BEN'SİZLİĞE ŞİİR TOPKAPI'DAN DOLMABAHÇE'YE DÜŞERKEN ERBAKAN'I ÖZLERKEN MÜSLÜMAN VE İSLAMCI İSLAM VE FEMİNİZM KAÇIRILAN GÜNDEM BIDEN NOTLARI DEMOKRASİDE KİM KİM ÖPÜYOR ARAF'TA TARİHLERDEN TARİH BEĞENMEK İKİNCİ YEŞİL KUŞAK PROJESİ ARAFTAKİNİ ÖZLEMEK Hayatta Sürgün Olmak AKADEMİSYENLİK KÜRESEL KARADUL TEFRİKALARI GÜNCELLENEN MESİHİ BEKLERKEN TÜRKİYE KOLTUK, TURNUSOL VE KİMLİK BOSNA'DA BİR TÜRK ÜNİVERSİTESİ KOVBOY MEHTERANLA JAZZ ÇALARKEN Amerika ve Anti-Amerikan Kimlikler AMERİKAN KİMLİĞİ VE ŞEYTANLARI DÖNÜLMEZ AKŞAMIN UFKUNDAYIZ KUTLU VEDA DEĞİŞİMİN TÜRKÇESİ VE UYANIŞ TANRI, İNSAN VE TAKVİM ÖDLEK ÖCÜNÜ ALDI MI? Millet Olabildik mi? Zaman, medeniyet ve din Zaman, medeniyet ve din Mehdi’yi beklerken ORTADOĞU VE YENİ İNSAN Kediler, Fareler ve Vatan Kürşat olma vaktidir Gülün Adı, Kadın ve Takva İslamo-Amerikancılık EBCET, CİFR VE TARİH SÜBJEKTİF OLMANIN FAZİLETİ DİPLOMASİMİZ NEREYE? İSTİKLAL MARŞI YENİDEN YAZILABİLİR Mİ? KOKUŞAN BİR ŞEYLER VAR! KÜRESEL KARADULUN AĞLARINDA "Yeni Osmanlı"nın Yeni Haçlılara Yardım Tezkeresi KATLİAMERİKA MAHALLE, BASKILAŞIM VE FİKİR NAMUSU YARASANIN ÇIĞLIĞI VE DİPLOMASİ Ay lav yu, Cani! AŞKIN HALLERİ DOKUZ HECELİLER FİRAVUN... Kadın'ım... 28 Şubat ve Erbakan KADDAFİ'DEN KESESİ Ve Yine Karşınızda Renan, Sykes ve Picot Democoupracy mübarek olsun! FULL'er Yapalım mı, Abi? Ortadoğu'da Sezaryen Mısır'da Karaoke Devrimi Mısır'ı Okurken Obama ve ikinci yeşil kuşak projesi (I) Bir Ortadoğu Masalı Mutlu Oligarşiden Kutlu Oligarşiye Ey zahit, şaraba eyle ihtiram! Bilinç ve Sürgün İbrahim, devir içimdeki putları! İdeolojik dil ve Teolojik Tarih Pardon, Size Demokrasi Diyebilir miyim? Paralel Evren, Küresel İslamcılık Erkekler ne zaman "adam" olur? "Millî" Küreselleşme? AK'Kışşş Kimliklerin Kurdu “Hiç” i öğrenmek GELENEK VE MANKURT Küresel tapınak, yerel rahipler ve Hipnoz Çift-düşün, yeni-konuş! Batı'yı ararken... Aforoz’malar… Halife Ömer Hayek’i ne zaman okumuştu? AĞLAMAKTAN ÇAĞLAMAYA DOĞRU KÜRT'AJ Shalom, Kürdistan! İstiklal marşını yeniden yazmak İslam, Millet, Hilafet ve Siyaset Amerika düşmansız olabilir mi? Mustafa Reşit Paşa'ya Mektup Keşif... Babil’in dil’beri Medeniyetlerin neyi çatışıyordu? Tarihi hangi hikâyeci yazar? Zihin Kontrolü ve Kült YUMURTANIN AK'I, SARISI Ebu Zer’in günlüğü Her şey zıddı ile mi kaim? Melamilik “marka” mıdır? Melâmilik Bir ayrılık, bir yalnızlık, bir ölüm AŞKA DAİR NE VARSA Medya medyumluğu ve wikisızmalar Türkiye, İran ve Dünya Barışı Muhafazakârlık “marka”sı? Füze ümütz! “Van münütz!” Çin'in hafızası ve küresel sistem Kutlu veda Öznellik Öz’neliktir! Hz. İnsan, Hz. Peygamber ve emanet Said Nursi ve tesettür İmam, Örtünme ve Nur Suresi Din duble “yol” mu demekti? Gelenek, mankurt ve reform Aylardan şubat günlerden cuma Alaturkalıktan Kolaturkalığa gelenek Gelenek mürtedi ve kimlik Namus, Kanun ve Fazilete Dair İman "terakkiye" destek midir? Yılmayacağız... ÜÇ TARZ-I MAHALLE VE HAL Hoş geldin, Şeytan! OSMANLI VE NEO-OSMANLI DAYILAR VE DAYILANMALAR Türkiye’de muhafazakârlık ve Dr. Faustus Tesettür neyi örtüyor? Milat oluşturmak Yahudilik bir din mi yoksa ırk mıdır? Tarih satrancını asıl kim oynuyor? Mahalle ve getto Tanrı, totem ve muta nikahı Orta Doğu’mların ebesi ŞOFÖR MAHALLİ BASKISI KÜRESEL İSLAMCILIK RENAN'I VE KENDİMİZİ AŞMAK Medine Vesikası Türk solculuğu ve İslamcılığı Batı’k düşüncelerin Doğu’şu BATI'NIN DEĞERLERİ EVRENSEL MİDİR? NEO-MUHAFAZAKÂRLIK VE YİN-YANG Karadul KEDİLER VE FARELER “Erkekliğin” yasası, “kadınlığın” tasası ON ADIMDA LİBERAL OLMA TÜYOLARI Neden Federasyon? Kaburga kemiklerimdeki sızı? Ortadoğu ve Darbeler "Küreselleşme "millet"e neden karşıdır? TURNUSOL Ya 12 Eylül sonrası? (II) Ya 12 Eylül sonrası? 12 Eylül darbesine nasıl gelmiştik? (II) 12 Eylül darbesine nasıl gelmiştik? (I) Kim ne der? Ne zaman ki…